| 
Kentsel Toplumsal Hareketlerin
  Değişken Sloganları Bağlamında "Kent Hakkı"*  | 
| 
Margit
  Mayer**  
ÖZET  
Kent hakkı teriminin günümüz kent
  hareketlerinde ve ötesinde kazandığı popülariteyi açıklamak için, bu makale
  terimin çıkışını 2. Dünya Savaşı sonrası siyasi-ekonomik rejimlerinin değişen
  çerçevesi içerisinde ele alıyor ve sadece Avrupa-Amerika hattında değil bütün
  dünyadaki kentsel mücadeleleri (değişik anlamlarla da olsa) tanımlayan bir
  terim olarak ortaya çıkan kent hakkı sloganının farklı versiyonlarını
  karşılaştırıyor.Terimin radikal Lefebvreci versiyonunu küresel STK'larca
  yaygın olarak kullanılan daha apolitik versiyonlarından ayırıyor ve bu 2.
  versiyonu var olan sistemde katılımcılığı öne koyan taleplerin önünde bir
  engel olarak görüyor. Sonuç bölümü günümüz kent hakkı hareketlerinin içindeki
  krizin etkilerini tartışmaya açıyor. 
GİRİŞ  
Bu çalışma, günümüz kent
  hareketlerine ve direniş siyasetlerine son 40 yılın makro trendleri bağlamında
  bakmaktadır çünkü bu trendler ve değişimler hem hareketlerin evrildiği
  politik çevreyi - şehirler ve siyasal oluşumlar diye düşünebiliriz - hem de
  hareketlerin kendilerini temelden değiştirmişlerdir. Bu değişim ilk etapta
  çok yavaş hatta fark edilemeyecek gözükürken, sonrasında geri dönüp
  baktığımızda son derece büyük etkilerinin olduğu ortaya çıkmıştır. Eğer kent
  hakkı terimini 'gerçekçi bir politik ideal ve işleyen bir slogan' haline
  getirmeyi düşünüyorsak, kentsel muhalefetin yönü üzerindeki bu etkileri
  anlamak çok büyük bir önem arz etmektedir (David Harvey, 2008). Bu amaçla, bu
  yazı ilk etapta kentsel toplumsal hareketlerin (Avrupa- Kuzey Amerika
  ekseninde) Fordizmden birçok neo-liberal rejime değişen ilkelerinin izlerini
  sürecek, hareketlerden yükselen çığlıkları, kentte yaşayan insanların
  kolektif kimliklerini, hedeflerini ve önceliklerini hatırlatan bildiriler
  olarak ele alacaktır: yani, her dönemde var olan kentsel dışlanma ve
  baskıları. Buna dayanarak, ikinci bölümde, günümüz bağlamında ve 1968'in
  birleştirmeyi başaramadığı talep ve özlemleri (Peter Marcuse’un yoksun ve
  hoşnutsuzların taleplerini ayırması gibi) bir araya getirme potansiyeli olan
  kent hakkı sloganı üzerinde, neyin yeni ve farklı olduğunu takdir etmek
  mümkün olacaktır. Bununla birlikte, günümüz konjonktürü hareketler için
  sadece yeni fırsatlar açmıyor, aynı zamanda karışık birçok problemi ortaya
  çıkarıyor ki, bunlardan bazıları 3. bölümde incelenecektir. Açıkçası kent
  hakkı sloganı kentteki tek
  yol değil, birbirleriyle çekişme içinde
  yükselen başka sesler de var; yaratıcı kent
  ya da yaşanabilir
  kent, toplumsal olarak karışık kent ve ayrıca rövanşist kent
  gibi sloganlar, farklı bir kent tahayyülünü oluşturan sloganlardan sadece bir
  kaçı. Kent hakkı sloganı üzerine katkı adına yapılan bu yazının odak noktası
  başka bir bariz gerçek üzerinden sorgulanabilir: günümüzün küresel ilişkileri
  bizi Paris Komününden Mayıs 1968'e kadar geçerli olduğu haliyle kentin ve
  özellikle küresel Kuzey kentinin, gerçekten hala sosyal değişimin devrimci güçlerinin
  önkoşullarını barındırıp barındırmadığı konusunu düşünmeye zorluyor. Bu
  zorlayıcı sorularla uğraşmak yerine, bu yazı (3. bölümünde) kent hakkı
  sloganı üzerinde yükselen hareketlere odaklanmaktadır ve dolaşımda olan
  birçok versiyonun olduğunu ve bunların içinde Henri Lefebvre'nin radikal
  tanımına göre ciddi biçimde anlamı sulandırılmış versiyonlarının olduğunu da
  ortaya koymaktadır. Bu sonuç, küresel mali krizle birlikte açılan yeni
  ufukların kent hakkı hareketini birçok yönden güçlendirirken birçok yönden de
  tehdit ettiğine işaret ediyor.  
Fordizmin
  Krizinden Neo-liberalizme Kent Hareketleri
   
Gelişmiş kapitalist ülkeler
  arasında, kentsel gelişim modelleri gitgide birbirine benzemeye başladı ve
  kentsel yönetişim şekilleri o kadar birbirine yaklaştı ki kuzey ülkelerinde
  bu politikalara karşı direnen ve meydan okuyan hattın, birbirlerine benzer
  süreçleri yaşaması hiç de şaşırtıcı değil. 
Geniş tabanlı kentsel hareketlerin
  ilk dalgası, 60’ların hareketlerinin doğduğu dönemdeki birçok hareket gibi
  Fordizmin krizine tepki verdi. Konut, kira grevleri, kentsel yenilemeye karşı
  kampanyalar (şehirleri ciddi anlamda yeniden yapılandıran ve özellikle
  yoksulları yerinden eden), Alman psikolog Alexander Mitscherlich’in o
  zamanlar yerinde bir şekilde dediği gibi ‘şehirlerimizin konuksever
  olmayışı’na[1] karşı duruş
  (kentin Fordist temelde bölünmesinin ve banliyöleşmenin getirdiği kısırlığı
  kasteder) etrafında süren mücadeleler ile gençlik ve toplum merkezleri için
  yapılan mücadelelerin hepsi ilerici bir şekilde; öğrenciler ve 1960’lar ve
  70’lerin savaş karşıtı ve sol hareketleri tarafından üretilen ortak düşman
  düzlemi tarafından ve o dönemki hükümetlerin izin verdiği açık yollar (genel
  olarak sosyal demokrat bir uzlaşı kalıbı içerisinde) sayesinde
  siyasallaştırıldı. Protestolar, hatta toplu ulaşım, çocuk bakımı ve diğer
  kamu hizmetlerindekilere yönelenler bile, toplu tüketim kurumlarının kültürel
  normlarını, fiyatını, kalitesini ve bu hizmetlerin tasarımlarında söz sahibi
  olunamamasını konu aldı. 1968’in sloganları (birçoğu Lefebvre’nin
  çalışmalarından ilham alan, ‘şehri de hayatı da dönüştür’, ‘kaldırımların
  altında kumsallar vardır’, ‘gerçekçi ol, imkansızı iste!’ sloganları gibi )
  zaman içinde güçten düşmüş olsa bile, mücadeleler ilk ortaya çıkışlarında,
  isyankar orta sınıf öğrencilerini marjinal gruplarla, daha ilerici ve daha
  demokratik bir toplum kurabilmek için vatandaşlık hakları taleplerinde veya
  Amerikan emperyalizmine karşı protestolarda, bir araya getirdi. 
Hareketlerin ilkeleri o dönemde
  Avrupa’da daha militanca, (‘haydi şehri ele geçirelim!’, bkz. Lotta Continua,
  1972)[2] Kuzey Amerika’da
  daha faydacıydı (‘toplumun kontrolü’) ve aynı zamanda hareketin
  militanlarının kompozisyonu da farklıydı: Avrupa’da hareketlere; öğrenciler,
  gençler ve göçmenler tarafından öncülük edilirken, ABD’de ise daha çok
  Fordist zenginlikten dışlananlar tarafından oluşmaktaydı, özellikle de
  Afro-Amerikalılardan. Fakat hem Kuzey Amerika hem de Avrupa hattı boyunca
  duran ülkeler fabrikadan mahalleye yer değiştiren bir aktivizme tanık
  oldular. Sol gruplar, İtalya’da Lotta Continua ya da ABD’de SDS/ERAP, devrimci
  gücü oluşturmada önemli bir yere sahip olan üretken bir alanı keşfettiler.[3] Sınıf mücadelesi
  alanının üretim alanından, üretici alana hareket ettiğini iddia ederek,
  mahalle direnişlerini radikalleştirecek ve destekleyecek projeler başlattılar[4]. Mücadele, ortak
  tüketim alanları söylemi etrafında hareket etti, örneğin alt yapı çalışmaları
  ve hizmetleri ile iyileştirilmiş toplu tüketim talepleri ilerici alternatif
  projelerin altyapısına yedirildi. 
Kent araştırmacısı Manuel
  Castells, bu tarz bir pratikten yola çıkarak kentsel toplumsal hareketler
  anlayışını geliştirdi (Castells, 1977, s. 432). Bu hareketler sadece geç
  kapitalist toplumların yapısal çelişkilerini ortaya koymakla kalmaz, aynı
  zamanda sendikalar ve siyasi partiler ile beraber, toplum ve siyasette köklü
  değişimler yaratabilir. Buradan hareketle, Castells’in kendi kentsel
  toplumsal hareketler tanımı daha çok normatifti: kentsel toplumsal
  hareketler, toplu tüketim alanları etrafındaki aktivizmi cemaat kültürü ve
  siyasi özyönetim mücadeleleri ile birleştirdiklerinde, yani, kentsel
  anlamları dönüştürebildiklerinde ve kullanım değerleri ile otonom yerel
  kültürler ve ademimerkeziyetçi katılımcı demokrasiye sahip bir kent
  oluşturabildiklerinde, kentsel toplumsal hareketler olarak
  tanımlanabiliyorlardı (Castells, 1983, s. 319–320). Bu dönemde, elbette ki
  etkin birçok kent hareketi vardı ve hala birbirleri arasında sert ulusal ve
  bölgesel farklılıklar bulunuyordu.  
Kentsel toplumsal hareketlerin
  ikinci safhası 80'lerin tasarruf politikaları yüzünden ortaya çıktı. Bu
  politika, ilk aşamalarında Keynezyen refah devleti ve onun sosyal toplumcu
  kurumlarını geriletmek için sıkı çalışan neo-liberal paradigmaya doğru
  küresel bir değişikliği başlattı. Bu kurumlar önceki paradigmada alternatif
  hareketlerin maddi temelini oluşturmaktaydı - çok fazla kabul edilmemiş olsa
  da. Siyasetin neo-liberalleşmesi, hep bahsi geçen “eski” toplumsal sorunları
  tekrar kent hareketlerinin ajandasına yerleştirdi: artan işsizlik ve
  yoksulluk, bir “yeni” ev ihtiyacı, toplu konut mekânlarında yağmalar ve yeni
  dalga işgaller kent hareketlerinin görünüşünü değiştirirken yerel yönetimler-
  ki harcamaları artarken mali kısıtlamalarla karşılaşmaktalar- problemlerini
  çözmek için yaratıcı yollara başvurmaya başladılar. 
Bu baskılar, hareketler ile yerel
  yönetimler arasındaki ilişkilerin yeniden yapılandırılmasına sebep oldu:
  karşı çıkıştan iş birliğine evrilen bir yapılandırmaya doğru. Yerel
  yönetimler hem mali problemlerini hem de meşruiyet problemlerini çözmek için
  mahalle tabanlı örgütlerin kolaylaştırıcı potansiyelini keşfettiler ve yerel
  hareketler de kendi alternatiflerini sağlam bir şekilde yürürlüğe koyabilmek
  için stratejilerini “protestodan programa” doğru çevirdiler. Bu dönüşüm, kent
  ile mahallelerin yeniden canlandırılmaları için oluşturulan yeni nesil
  kapsamlı bir programla yürürlüğe girdi. Sonuç olarak, kira grevleri ya da
  otoriteyi rahatsız edecek eylemler yapan (alışkın olduğumuz eylemler) eski
  karşıt gruplar 80'lerle beraber kendilerince alternatif hizmetler
  geliştirmeye ve dağıtmaya başladılar. 'Devletin içinde ve devlete karşı' bu
  etkinlikler toplumsal hareketleri profesyonelleşmeye ve işleyişlerini
  kurumsallaştırmaya teşvik etti. Ancak, bu gelişme, bu hareketlerin giderek
  artan rutinleşmiş uzlaşı mekanizmalarının dışında kalan yeni örgütlenmiş
  gruplardan uzaklaşmalarına da sebep oldu.  
Bu durum, bir tarafta gitgide
  profesyonelleşen ve hizmet dağıtan örgütler, diğer taraftaysa bu
  düzenlemelerle sorunları çözülemeyen ve gitgide radikalleşen örgütler
  arasında bir ikilik yarattı.[5] Ek olarak,
  hareketlerin düzlemi, 80'lerde tam teşekküllü orta sınıf tabanlı hareketlerin
  birçok değişik taleple oyuna dâhil olmasıyla ve kendilerini siyasi yelpaze
  boyunca ‘Aman Benim Arka Bahçemde Olmasın’ hareketlerinden, korumacı hatta
  gerici hareketlerden ilerici hareketlere, ‘Özgür Vatandaşlar İçin Sınır
  Olamaz!’ hareketinden daha az ilerici bireysel isteklere kadar birçok farklı
  duruşta konumlandırmalarıyla iyicene karmaşıklaştı. Konut işgalleri devam
  etti ama burada da bir ikilik oluştu: birçok ilk dalga işgalciler
  özgürleştirilmiş mekânlarında rahatça yuvalanmışken ve ekonomik olarak
  güçlenirken, Avrupa’daki yeni işgalciler daha çok ihtiyaç odaklıydı.
  (Marcuse’un terimiyle, hayallerden çok gerçek talepleri dillendirdiler).
  Özetle, şehirler bu ikinci fazda çok çeşitli ve çokça bölünmüş tarzda kent
  protestolarıyla karşılaştılar. Hareketlerin çerçeveleri farklılaşmış parçalara
  ayrıldı ve bütünleşik bir mücadele için herkesi kucaklayan bir çağrı
  oluşamadı. 
Üçüncü olarak, radikal bir şekilde
  pazar mekanizmalarına öncelik tanıyan bir rejim (dizginlerinden boşanmış
  neo-liberalizm), 1990’lardan itibaren daha önceki tasarruf döneminin
  çelişkilerine yanıt verdi. Kent mekânını geliştirme ve pazar disiplininin
  arenasına dönüştürme yolundaki neo-liberal zorunluluk, yerel yönetimin baskın
  projesi olarak sürerken, artık ‘yoksulluk’ yerine ‘sosyal dışlanma’ diye
  adlandırılan olguyla mücadele mekanizmaları olarak yerel ekonomik gelişim
  projeleri ve toplum temelli programlar öne çıkarıldı (Brenner ve Theodore,
  2002, s. 26–27; Gough ve Eisenschitz, 2006). Böylece, iktisadi rekabetçiliği
  teşvik için toplumsal, siyasi ve çevresel kriterler ortaya çıktı (ve aynı
  zamanda yeniden tanımlandı); toplumsal altyapılar, siyasi kültür ve kentin
  ekolojik temeli mümkün olan her yerde ekonomik kazançlara tahvil edildi.
  Reform üzerine yeni söylemler (‘refah bağımlılığı’ gibi sonlandırılması
  gereken ve bunun yerine ‘etkinleştiren devlet’, toplumun yeniden
  canlandırılması ve sosyal kapital gibi buyur edilmesi gereken) ve ayrıca yeni
  kurumlar ve aktarım tarzları moda oldu (bütüncül bölge kalkınması, kentsel
  yeniden canlandırma ve sosyal refahta kamu-özel ortaklıkları gibi ve tüm
  bunlar halkın sorunlarıyla ilgilenme adına dillendirildi). Bu söylem ve
  politikalar, bürokratik Keynezciliğin önceki dalga eleştirmenlerini birçok
  şekilde birleştirdi ve ‘kendine güven’ ve ‘otonomi’ gibi eskiye ait ilerici
  amaçları ve sloganları ele geçirmede başarılı oldu. Bir yandan da bunları
  siyaseten gerileyen, bireyselleşmiş ve rekabetçi bir yönde yeniden tanımladı.
  Önceki hareketlerin dilinin bu şekilde ele geçirilmesiyle, eleştirilerinin
  enerjileri de yeniden canlandırılmış bir kentsel (veya bölgesel) büyüme
  makinesinin geliştirilmesine koşuldu.  
Bu yeni kentsel kalkınma
  politikaları ile ifade ettikleri sosyal hakların fiilen aşınmaya uğramaları
  sonucu hareketin alanı daha da parçalandı: bir yandan, kendilerini ve
  şiddetli kentsel rekabetin etkilerinden elde ettikleri her çeşit
  ayrıcalıklarını korumaya yönelen yeni korumacı hareketleri tetikledi, öte
  yandan kentin kimin kenti olması gerektiği üzerine mücadeleleri
  siyasallaştırdı. Bu onyılın içinde New York, Paris, Amsterdam, Berlin ve daha
  sonra İstanbul ve Zagrep kentlerinde, soylulaştırma karşıtı mücadele
  dalgaları tekrar-tekrar ortalığı silip süpürdü ve ‘Yupi pisliği geber’ gibi
  sloganlar kelimenin tam anlamı ile küresel oldu.[6] ‘Sokakları geri
  al’ ve anti-küresel hareketin benzeri yerel örgütlenmeleri ‘Başka bir Dünya
  Mümkün’ sloganı ile ‘Başka bir Kent Mümkün’ sloganlarını popülerleştirdi.  
Daha önce değilse de, 2001’in
  dot.com krizinden beri, esnekliklerini dünyanın her yerindeki kentsel
  gelişmelerin borçlarını finanse etmek için kullanan finans pazarlarının birleşmesiyle,
  kentleşmenin küreselleştiği yeni bir dördüncü evrenin içindeyiz (Harvey,
  2008, s.30). Ekonomik gelişme hızlarının durgunlaşmaya başladığı bu evrede,
  (veya Avrupa-Kuzey Amerika merkezi gibi gelişmenin hala var olduğu ama bunun
  işsizlikle birlikte olduğu yerlerde) keskinleşen toplumsal bölünmeler,
  toplumsal-mekânsal kutuplaşmaların artması ile belirginleşirken, sosyal
  güvenlik sistemlerinin yeniden yapılandırılması ile sosyal yardımların
  doğrudan yapılması (ç.n.
  welfare) yerine, işsizlerin bu yardımlardan
  yararlanmaları için geçici işlerde çalışma ya da çeşitli işgücü eğitim
  programlarına katılmaları şartlarına bağlanması ilkesi (ç.n. workfare) benimsenmiştir.[7] Yeni kentsel,
  toplumsal ve işgücüne yönelik pazar politikaları, kentteki sınıfaltını işgücü
  pazarlarına (düşük kaliteli) doğru ‘harekete geçirmekle’ kalmamış, aynı
  zamanda birçok (önceki) toplumsal hareketi de etkilemiştir. Bu hareketler,
  yerel toplumsal programlar ile istihdam veya toplumsal kalkınma programları
  uygulamakta ve giderek kendilerini yeniden üretmektedirler - ve birçok kimse
  tarafından toplumsal dışlanma ile mücadelede rakip (kamu veya özel) herhangi
  bir kuruluştan daha başarılı bulunmaktadırlar. Ancak, bu kuruluşların
  toplulukları örgütleyerek harekete geçirme yetenekleri yıpranmıştır.
  Kendilerini, var olan koşullar altında yapılabileceklere kısıtladıklarından,
  birçoğu, önceye ait ‘kendi geleceğini tayin eden kent’ hayallerini ve hatta
  özgürleşmiş mahalleler hayalini toprağa gömmüştür. Bu tarz toplum temelli
  hizmet aktarımı ve kalkınma kuruluşlarıyla kontrat yapan yerel yönetimler,
  giderek daha çok sorumluluk ve riskin ortaya çıkması ve bütçelerinin geçmişte
  hiç olmadığı kadar daralması ile müthiş bir baskı altına girmiştir.  
Bu gelişmeler toplumsal
  mücadelenin mekânını birçok yönden kısıtlamış ve daraltmıştır. Ancak, en az
  üç meseleye karşı toplumsal muhalefet devam etmiştir, bunların her biri
  kentsel yönetimin neo-liberalleşmesinin şu veya bu çeşidine karşı çıkar:[8] neo-liberal
  kentsel yönetimin önemli bir şekli büyüme politikalarının baskın modelinden
  yürür. Bu, şirketleşen kentsel kalkınmanın modellerini, amaçlarını ve
  etkilerini sorgulayan hareketlerden protestoların yükselmesine neden
  olmuştur;[9] bu akımlar,
  kamusal mekânın ticarileşmesine, kentsel mekânda gözetimin ve polis
  faaliyetinin artmasına ve küresel rekabette kentlerin kendilerini müteşebbis
  faaliyetlerle pazarlamalarına ve aynı zamanda bu büyüme politikalarının
  dışında kalan mahallelerin göz ardı edilmesine karşı mücadele ederler. Bir
  diğer muhalefet çizgisi, toplumsal /işgücü koalisyonları ve (göçmen) işçi
  hakları kuruluşlarında giderek daha sık bir araya gelir; toplumsal politikalar
  ve işgücü pazarı politikalarının neo-liberalleştirilmelerine ve refah
  devletinin yıkılmasına muhalif hareketlenmeyi ateşler ve toplumsal adalet
  için çalışır. Bunlar, Almanya’da Anti-Hartz[10] yerel hareketi,
  İtalya’da Toplum Merkezleridir.[11] ABD’de ise,
  çalışma sahası ve mahalle örgütlenmesini sosyal haklar kuruluşları ve
  sendikalarla yeni koalisyonlarda buluşturarak gerçekleştiren ve her an işten
  çıkarılma riski altındakilerle işsizlerin taleplerini birleştiren işçi
  merkezleridir.[12] Üçüncü bir
  muhalefet çizgisi küreselleşmenin ‘aşağı inerek’ kendini gerçekleştirdiği ve
  küresel meselelerin yerelleştiği alana yönelen ulus aşırı ve anti-küresel
  hareketlerin[13] ‘yerel’ olanı
  yani kendi kentlerini keşfettikleri çizgidir. Bu hareketler, sadece IMF, DTM,
  Dünya Bankası, AB, G8, vb. gibi uluslararası kurumların demokratikleşmelerini
  talep etmez, özelleştirme ve sosyal hakların ihlali gibi meselelerin aslında
  onları dünya üzerinde diğer hareketlere bağladığını da keşfederek,
  kentlerdeki kamu hizmetlerini ve kurumları korumak için de örgütlenir.
  Sadece, küresel şirketler, yatırımcılar ve müteahhitler şeklindeki küresel
  neo-liberalizme hücum etmekle kalmaz, ( Reclaim the Streets’in,
  1 Mayıs protestolarında Avrupa’daki merkezi iş bölgelerinde sembolik olarak
  organize ettiği eylemlilikler ve sokak partilerinde olduğu gibi), ortak neo-liberal
  gündemi uygulamaya yardımcı olan müteşebbis yerel yönetimlere de saldırır. Bu
  küresel adalet hareketleri, örneğin ‘Başka bir New York Mümkün!’ü talep etmek
  için memleketlerine ‘Başka bir Dünya Mümkün’ sloganını getirirler. Social
  Fora veya Attac[14] gibi
  organizasyonlar ‘küresel adalet’ mesajını yerel düzeyde ele alarak, sosyal
  yardımların kesilmesine karşı ve göçmenler ve aynı zamanda 'workfare' emekçilerinin hakları için mücadele yürütürler. Ayrıca,
  yerel sendikalar, sosyal hizmet kuruluşları ve kiliseler ile ittifaklar
  kurarlar. Bölgesel ve ulus ötesi çeşitli ağlara bağlı, geniş bir yelpazede
  yer alan yerel, az çok militan, anarşist, otonom sol gruplar,
  karşı-zirvelerde, sadece eylemleri bloke etmek ve miting düzenlemek için
  buluşmaz, ulusal ve uluslararası yoldaşlarıyla deneyim ve fikir alışverişinde
  bulunmak ve ayrıca gelecekte gerçekleştirecekleri ortak sivil itaatsizlik
  eylemleri ile diğer eylemleri planlamak ve koordine etmek için de bir araya
  gelir. Finansal krizin çıkışından beri bu hareketler yükselen sayılarda
  gençliği kendilerine çekmektedir. Eğitim sistemleri ve kamusal altyapılar
  dağılırken bu gençlerin temiz bir geleceğe olan umutları da aşınır ve
  protestolarını ‘bankalara para, çocuklara kurşun’ (sadece Atina’da değil)
  sloganıyla ortaya koyarlar. Bu hareketler, giderek sadece protesto şeklinde
  oluşmaz, neo-liberalizmin bu meşruiyet krizi zamanlarında iktidar üzerine
  demokratik talepler -sayılarından, yoğunluktan ve sıklıktan güç alarak -
  şeklinde de gelişir.  
Böylece kentin neo-liberalleşmesi,
  ilerici kentsel hareketler için birçok yönden daha düşmanca bir çevre
  yaratırken, kentsel protesto için daha küresel bir anlayışa da yer açmış ve
  kentsel hareketlerin bir kısmını ‘Kent Hakkı’ sloganının şemsiyesi altında
  yenilenmiş bir birleşmeyle üretmiştir. 
‘Kent
  Hakkı’ ve bugünkü kentsel durum  
Kent Hakkı sloganı bugün capcanlı,
  cismani bir eylem çeşidi olmuştur. Giderek, daha fazla kent sakini grubunun
  uzun zamandır alışageldikleri haklarının aşındığını görmesiyle, bu talep
  önemli meseleleri birleştiren ve yoğunlaştıran bir talebe dönüşmüştür.
  Mülksüzleştirme yoluyla birikim, bugüne dek görülmemiş düzeylere ulaşmış; bu
  da haklar - medeni, siyasi ve aynı zamanda ekonomik haklar- bakımından
  muazzam kayıpları beraberinde getirmiştir. Varsıl ile yoksul mahallelerin
  sanki görünmez bariyerlerle giderek ayrıştığı kentler, kapalı güvenlikli
  sitelere ve özelleştirilmiş kamusal alanlara dönüşmüş, kentin eskiden herkese
  açık olan hizmetleri ile tesislerinden faydalanma yoksullar için gitgide
  kısıtlanmıştır. Aynı zamanda, bugün yukarıda sayılan üç muhalif çizgide etkin
  olan değişik hareketler, bir yandan yoksun ve dışlanmış grupları, öte yandan
  anti-neo-liberal ve küresel adalet gruplarını 1968’in aksine bir araya
  getirmişlerdir. 1968’de ‘yoksunluk’ ve ‘memnuniyetsizlik’, önemli harekete
  geçirici kuvvetler olmalarına rağmen henüz birleştirilememişlerdi. Ayrıca,
  sözde birinci dünya metropollerindeki mücadeleler ile özelleştirme,
  spekülasyon, tahliye ve yerinden etmeye karşı savaşın daha da fazla var
  olduğu küresel Güney kentleri arasındaki bağlantılar oldukça somutlaşmıştır:
  hatta çoğu kez yerinden etme ve tahliyelerden sorumlu olanlar aynı
  müteahhitler ve aynı küresel şirketlerdir. Sosyal Forum süreci vasıtasıyla
  son sekiz yılın diyalog, bilgi paylaşımı ve kolektif eylemi ile
  Heiligendamm/Rostock’da (G8 toplantısı 2007) veya Londra’da (G20 toplantısı
  2009) olduğu gibi, anti-küresel hareketin karşı-zirve toplantıları
  kullanılarak ortak deneyimler ve özelleştirme ve mülksüzleştirme karşıtı
  çeşitli mücadelelerdeki ortak noktalar irdelenmiştir. Bu bağlamda,
  aktivistlerce yankılanan ‘Kent Hakkı’ sloganı, kentten kimin yararlanması
  gerektiği ve kentin ne çeşit bir kent olması gerektiği ihtilafında bir
  cepheyi örgütleyerek çatısı altına alan, mantığı anlaşılabilir bir talep ve
  bayrak olur. Peter Marcuse ve David Harvey kent hakkını adalet, etik, fazilet
  ve iyiliğin temel ilkeleri üzerine inşa edilmiş bir ahlaki talep olarak
  tanımlarlar- günümüzün adli süreci yoluyla yaptırımı olan hukuki bir talep
  olarak değil. 
Ancak aslında, dışarıda, gerçek
  dünyada bulunan hareketler bu talebe değişik şekillerde başvururlar. Bir
  tarafta, kentleşmeyi, toplumun ve gündelik hayatın sermaye yoluyla dönüşmesi
  olarak tanımlayan Lefebvrian görüşten[15] temellenirler.
  Bu dönüşüme karşı Lefebvre toplumsal ve siyasi eylem yoluyla haklar yaratmaya çalıştı: sokak ve sokağa talepler bu hakları
  belirlemektedir. Bu yönüyle kent hakkı hukuki/adli bir haktan ziyade varsıl
  ve güçlünün iddialarına kafa tutan muhalif bir taleptir. Peter Marcuse’un bir
  zamanlar dediği gibi, bir yeniden dağıtım hakkıdır, tüm insanlar için değil,
  ondan yoksunlar ve ona ihtiyacı olanlar için. Ve insanlar (ve kent) onu
  sahiplendikçe yaşayacak bir haktır. 1968’in Paris’inde Lefebvre’in keşfetmek
  istediği ve çağdaş dünyadan ABD’deki Kent Hakkı Birliği ile tüm Avrupa’da
  benzer kentsel hareketlerin referans aldığı böyle devrimci bir sahiplenmedir[16]. 
Aynı zamanda, Kent Hakkı, bazı
  farklı çağrışımlarla olsa da, uluslararası STK’lar ve hukuki danışmanlık
  kuruluşlarıyla birlikte önemli bir hareket gücü kazanmıştır. Çeşitli
  uluslararası ve ulus üstü siyasi ağlar ile Habitat gibi BM programlarından destek
  alan uluslararası kuruluşların da içinde bulunduğu uluslararası STK’lar
  tarafından, ‘Kent Gündemleri’ geliştirilmiştir. 2003’te UNESCO’yla beraber
  bazı uluslararası insan hakları grupları, İnsan Hakkı Olarak Dünya Kent Hakkı Sözleşmesi’ni ortaya koydular.[17] 2004’te Habitat
  Uluslararası Koalisyonu (http:// www.hic-net.org/) diğer organizasyonlarla
  birlikte Kent Hakkı ile ilgili sözleşmenin taslağını Quito’daki Latin Amerika
  Sosyal Forumu’nda ve Barselona’daki 2. Dünya Kent Forumu’nda sundu. 2005’te
  Porto Alegre’de düzenlenen Dünya Sosyal Forumu sırasında Dünya Kent Hakkı Sözleşmesi kabul edildi.[18] Çeşitli çabalar
  ile deklarasyonlar arasında uyum sağlamak amacıyla, BM Habitat (www.unhabitat.org)
  ve UNESCO, ‘Kent Politikaları ve Kent Hakkı’ üzerine çalışan sürekli bir
  Çalışma Grubu vasıtasıyla 2005 yılında bir kamuoyu tartışması başlattılar; bu
  amaçla UNESCO’nun Paris’teki merkezinde veya Montreal ve Barcelona
  belediyelerinde düzenli yıllık toplantılar yaptılar. BM-Habitat ile UNESCO,
  Uluslararası Sosyal Bilimler Kurulu (ISSC) ve uluslararası STK’lar ile
  birlikte, merkezi aktörler arasında – bu aktörlere önemleri nedeniyle
  belediyeleri de dâhil ederek- sürdürülebilir, adil ve demokratik kentler garanti
  eden politikalarda fikir birliği sağlamaya çalışmaktadırlar. Latin
  Amerika’daki kentlerde, bu gibi sözleşmeler (ya da bölümleri) geniş çapta
  yaygınlaştı; hatta Brezilya’da kolektif kent hakkını tanımak için Brezilya
  Anayasa’sına 2001’de bir kent yasası dâhil edildi. (bkz. Fernandes, 2007). Bu
  çeşit bir ‘kent hakkı’ gündemini dayatan kuruluşlar, katılımcı belediye
  bütçesi gibi bazı öğelerin zaten uygulandığını - sadece Porto Alegre’de değil
  dünya üzerinde en az 70 kentte- dile getirmekteler. Dahası, yerel halka
  ücretsiz internet girişi sağlayarak dijital demokrasiyi uygulayan Bolonya’ya
  veya BM-Habitat’ın yardımlarıyla Latin Amerika ve Karayipler’de kurulan
  gençlik yönetimlerine de dikkat çekmekteler. 
Tüm bu hükümler ve sözleşmeler,
  kentsel gelişme ile sosyal adalet ve hakkaniyet arasında bir şekilde bağ
  kurarak, kamu politikası ile yasamayı etkilemeyi amaçlarlar. Kent
  politikalarının merkezine yatırımcılar ve geliştiriciler yerine ‘bizim en
  savunmasız kent sakinlerimiz’i alma çabalarında, ilerici kentsel politikanın
  koruması gereken belirli hakları sıralarlar. Böylece, belirli haklar (sadece
  kent hakkı değil) için özel mücadelelere atıfta bulunurlar ve İlk
  Sözleşme'nin metninde olduğu üzere ‘bir yığın mevcut insan hakkı ve bunlarla
  ilişkili devlet yükümlülüklerini - ki kapsamları nedeniyle yerel yönetimler
  de burada taraftır -’, birleştirirler (7. paragraf). Kent Hakkı Sözleşmesinin
  11. paragrafına göre kent hakkı: 
‘uluslararası kabul edilmiş insan
  hakları olarak barınma, sosyal güvence, çalışma, uygun koşullarda yaşam,
  tatil, bilgi edinme, kurumlar ve bağımsız kuruluşlar kurma ve onlara üye
  olma, gıda ve su, mülksüzleştirilmekten korunma, katılım ve özgür ifade,
  sağlık, eğitim, kültür, özel yaşam ve güvenlik, güvenli ve sağlıklı bir çevre
  hakkını içermektedir.’  
Buna ilaveten, 12. paragraf bir
  başka listeyi belirler: ‘insan hakkı olarak toprak /arazi hakkı, halk
  sağlığı, toplu taşıma, temel altyapı, kapasite ve kapasite geliştirme, kamu
  ürün ve hizmetlerine erişim – doğal kaynaklar ve finansı da içererek'. Bu
  haklar, bireysel ya da kolektif olarak tüm ‘kent sakinleri’ için geçerlidir
  ama belirli grupların (yoksullar, hastalar, engelliler ve göçmenler olarak
  zikredilen) özel olarak korunmayı hak ettikleri de vurgulanır.  
Ancak, kent hakkı ‘kent sakinleri’
  içindir diyerek belirsiz bir grubu tanımlamak da belirli savunmasız grupları
  sıralamak kadar sorunludur. Haklarından mahrum edilmiş farklı grupları
  sıralamadaki problem, her listenin, listelenmeyenleri her zaman dışlamasıdır.
  Genelleyici bir kategori olan ‘kent sakinleri’ ile ilgili problem ise, bunun
  sivil toplumu temelde türdeş göstermesidir. Buna ilaveten, bu durum, sanki
  yoksulluk ve ayrımcılığın sürdürülmesinden sorumlu olan ve bundan kazanç
  sağlayan ekonomik ve politik aktörleri sivil toplumun kendisi de içermezmiş
  gibi sivil toplumu bir bütün olarak neo-liberal (tahripkâr) güçlerden
  korunmaya değer bir görünümde yansıtarak sivil toplumun aslında sınıf ve güç
  tarafından derinden bölündüğü gerçeğini de gizlemiş olur.  
Buna rağmen, mevcut kentin
  sunmakla yükümlü olduğu her şeye erişimi sağlayan bu listelenmiş hakların
  tümüyle gerçekleştirilmeleriyle önemli bir ilerlemenin sağlandığı da iddia
  edilebilir. Ancak Lefebvreci kent hakkı görüşünün aksine, bu kurumsallaşmış
  haklar, sistemi dönüştürmeyi amaçlamadan – ve bu süreçte kendimizi de
  dönüştürmeden- sisteme mevcut olduğu haliyle dahil olmaya indirgenir.
  Sayılmış haklara dair talepler, neo-liberal politikanın sadece belirli
  yönlerini hedef alır. Örnek vermek gerekirse, yoksullukla mücadele hedeflenir
  ama yoksulluk ve dışlanmanın altında yatan ve sistematik bir şekilde
  yoksulluğu üreten ekonomik sorunlar irdelenmez.  
Bu sözleşmeler, aslında iyi kentsel yönetişim ile ilgilenen yerel yönetimler ve STK'lar için başvuru
  olarak önerilirler ve ardından, karar almada katılımcılık, yerel yönetimde
  şeffaflık ve katılımcı bütçe üzerine çalışmaların yapıldığı ve bu
  prensiplerin pratikte nasıl uygulanacaklarının gösterildiği 'Kent
  Yönetişiminde Küresel Kampanya’ gibi BM-Habitat kampanyalarında sivil toplumu
  kendilerine yandaş yaparlar. Sınırlı bir çerçevede, bu sayılanlar yardımcı
  kılavuz bilgiler olarak görülebilir ama kenti yeniden yaratmanın aynı zamanda
  bir iktidar mücadelesi olduğu ve bunun (yerel) yönetimlere hatta sosyal
  demokrat veya 'sol' olanlara dahi bırakılmaması gerektiği gerçeğinin önemini
  hafifserler.  
Devlet kurumları ile BM
  kurumlarının vasıtasıyla kamusal tanınma, bu taleplerin ve bunları öne süren
  hareketlerin etkisini ve belirginliğini arttırırken, ayrıca şu da bir
  gerçektir ki süreç içinde, bu sözleşmeler ve aynı zamanda onları tasarlayan
  ve teşvik eden koalisyonlar, tartışılan kent hakkının politik içeriğini ve
  anlamını değiştirirler. Politik görüşlerin nüanslarını değiştirirler ve bazı
  dönüştürücü hareketlerin radikal taleplerini sulandırırlar. Kent hakkının her
  iki kavramı da aslında Dünya Sosyal Forumu toplantılarında yer alır fakat
  yayınlanan bazı dökümanlar[19] (Unger, 2009),
  hakların ne olduğuna zaten vakıf olan ve daha geniş bir birlik –bunun için
  bir isim ve sembole ihtiyaçları vardır- oluşturmak isteyen bazı STK ağlarınca
  üzerinde uzlaşılan bir yukarıdan-aşağı gündemin kurumsallaşmış versiyonunu
  yansıtır. 
Bazı gözlemciler bu
  apolitikleşmeyi geçmişinde halka dayanmış olan yerelden kaynaklı talebin
  küresel siyasi arenaların yüksekliklerine ve daha üst kurumlarına yönelerek
  sınıf atlamasına dayandırmaktadır. Ancak, küresel ölçek politikalarının daha
  radikal diğer modellerinin tecrübelerine istinaden, militan eylemcilerin
  2007’de Heiligendamm ve Rostock’ta yaptığı zirve toplantıları karşıtı
  eylemler gibi örnekler de böyle bir ilişkiye meydan okur. Radikallikten
  kopuş, eylemlerin sınıf atlamasından ve 1980'lerden bu yana büyüyen muhalif
  siyasetin giderek artan önemde bir mücadele alanı olarak toplumsal
  hareketlerden STK'lara ve danışmanlık gruplarına evrilmesi gibi nedenlere çok
  dayanmaz. STK'lar, devletler ve şirketlere karşı mücadelelerini haklar
  üzerinden yürütürler. Bu haklar söyleminin yaygınlaşması her açıdan çeşitli
  tuzaklara işaret eder ama özellikle BM organizasyonları veya Dünya Bankası
  tarafından desteklenen uluslararası ve ulusüstü STK'ların yer aldığı düzlemde
  tuzaklar daha çoktur.  
Onların dünya görüşlerine göre,
  sivil toplum ağlarının güçlendirilmesi olumlu karşılanır çünkü verimliliği
  güçlendirir; içsel potansiyeller ile yerel büyümeyi ileriye götürdüğü için
  kentte yaşayanlar ile belediyelerin uyumlu olması iyidir. Bu bakış açısına
  göre, yerel özerklikle uluslararası rekabetçilik ve sürdürülebilirlilik ile
  ekonomik büyüme arasında uyum sağlanabilir, içinde insani unsur bulunduran
  bir neo-liberalizme sahip olunabilir. Bu tabii ki çağımızın en büyük
  aldatmacalarından biridir. Bu mistifikasyonu göstermek ve bunun yerine
  radikal kent hakkını önermek, yukarıda incelenen günümüzün makro eğilimleri
  analizine istinaden mantıklı bir sonuç olarak görülecektir. Kent hakkı bugün
  kuşkusuz gündemdedir ve daha önce olmadığı kadar önemli bir yer teşkil
  etmektedir; bu mücadelenin içinde yer alacak potansiyel elemanlar her yerde
  görünür olmaktadırlar ve beraber olmaları ve birleşmeleri için gitgide daha
  iyi olanaklar ortaya çıkmaktadır. Ancak, daha yumuşak bir neo-liberalizmin
  meşruiyetini genişletmek için homojen bir sivil toplum kavramı zemininde
  belirli haklar söyleminin yararının gösterdiği üzere, yeni ve öznel tuzaklar
  ve gizli tehlikeler de mevcuttur. Böyle, kafa karışıklığına sebebiyet veren eğilimler
  açık ve radikal bir kent hakkı tanımının önemine bir kez daha işaret
  etmektedir. 
'Kent hakkı' için bir fırsat ve tehdit olarak küresel kriz  
Amerikan finansal sisteminden
  başlayarak bütün dünyaya yayılan küresel kriz, 30 yıldır meydana gelen mülksüzleştirmeleri
  daha görünür hale getirdi ve böylece ekonomik krizi politik bir meşruiyet
  krizine çevirdi. Bununla beraber, karmaşık bir biçimde iç içe giren (ve
  Amerikan ipoteklerine ve tüketici borçlarına bağlı olan) yalnızca dünya
  ekonomisi değildi[20], kent
  hareketlerini de içine alan birçok toplumsal hareket de hızla birbiriyle
  bağlı hale geldi. Avrupa boyunca, Atina’dan Kopenhag’a, Reykjavikten Roma’ya,
  Paris’ten Londra’ya, Riga’dan Kiev’e[21], şehirler birçok
  kez şiddeti de içeren eylemlerle, grevlerle, protestolarla sallandı. 2009
  İlkbaharıyla beraber, bu protestolar daha koordineli ve organize bir şekilde
  yapılmaya başlandı. 28 Mart’da birçok şehir ‘Sizin Krizinizin Borcunu
  Ödemiyoruz’ sloganı altında yapılan eylemlere tanık oldu. Hareket halinde
  geçen bir sonraki hafta, G20 zirvesine odaklanan ‘Önce İnsanlar’ sloganı altında,
  Avrupa İklim Değişikliği dışında kurulan bir iklim kampını da içine alıyordu
  ve bu şekilde krizde olan finansal sistemin karbon kredisi piyasasını yapay
  bir biçimde kurarak karbon emilimini azaltmak için kullanılmasına dikkat
  çekiyordu. Kamp, küreselleşme hareketinin önemli bir parçasını da içine
  alıyordu - sokak partilerinin düzenlendiği geçici bölgeler zirve boyunca
  özerk kaldı- rüzgar türbinlerinden gübreleştirilen çöpe ve ademimerkeziyetçi
  kararlara, istediğimiz dünyayı canlandıran dönüştürücü bir mekan
  yaratılmaktaydı (Ainger, 2009).  
ABD şehirleri geçmişte olduğu gibi
  derinleşen krize karşı daha faydacı ve ihtiyaç odaklı eylemlerle
  karşılaşıyor: çadır kentler ülke boyunca yayıldı (Seattle’da Nickelsville[22], Los Angeles’ın
  doğu varoşlarında Ontario[23], Sacramento’da
  Irmak Kıyısı Çadır Kenti[24]). Aktivistler ve
  destek grupları hacizlere ve terk edilen evlere dikkat çekiyor ya da boş
  evlerin önünde eylemler yapıyorlar, aynen evsizler örgütlerinin New York
  şehrinde yaptıkları gibi. Ulusal ACORN örgütü ev sahipleri için ve ev
  sahiplerini kapı dışarı etmek isteyenlere karşı ‘barınma muhafızları’ adı
  altında yerel gruplar oluşturuyor. Başka gruplarsa haciz yerine sınırlı
  kooperatifleşmeye (limited equity co-ops) ve kooperatif finansal kurumların
  tüketicilere düşük maliyetli hizmetler sunmasını talep ediyorlar (Bkz.
  Henwood, 2009). Tek tek şehirlerde düzensiz gösterilerden sonra, 11 Nisan’da
  aynı anda 50’den fazla şehirde hükümetin ekonomik krizle baş etme yöntemini
  protesto eden ve kamulaştırmayı, yeniden düzenlemeyi ve bankacılık sisteminin
  desantralizsyonunu talep eden ulusal eylem günü gerçekleştirildi[25].  
Atlantik’in iki kıyısında da,
  hükümetlerin bozulan ekonomiye yetersiz tepkisinden sadece küreselleşme
  karşıtı hareketler ve genç aktivistler mutsuz değil, büyük kamu kaynaklarının
  bankalara peşkeş çekilmesinden ve işçilere ve evleri haczedilen ev
  sahiplerine çok az veren hükümetlere kızgın olanlar da yalnızca onlar değil[26]. Birçok grup bu
  sistemin gayri meşru bir sistem olduğunu görmeye başlıyor. Hızla yayılan
  ekonomik durgunluk, git gide kentsel toplumsal hareketlerin güç kazandığı
  kırılma noktalarını pekiştiriyor, neo-liberal büyüme modelinin sürdürülemezliği
  ve yıkıcılığı yönünde iddia ve argümanlarını doğruluyor. Böyle bir durum
  yapısal olarak adaletsiz ve sömürücü bir sisteme entegrasyona değil,
  şehirleri ve şehirlerin karar alma süreçlerini demokratikleştirme üzerine
  olan Lefebvreci kent hakkı talebinin büyümesi için yeni bir fırsatı aralıyor.
  Şu anda küçük ve radikal hareketler hızla büyüyebilir, aynen 1929 hisse
  senedi piyasası çöküşü sonrası birkaç yıl içinde büyüyen güçlü toplumsal
  hareketler gibi. 
Kent hakkı iddiasında olan
  hareketler için şu anda genişleyen bu fırsat git gide istikrarsızlaşan bir
  dünya içinde bulunuyor. Günümüzde büyümeye; çevresel, toplumsal ve siyasal
  kısıtlar öylesine apaçık ortada ki, dünyanın kaynaklarının paylaşımına ve bu
  kararın kimin vereceğine yönelik mücadeleler şiddetlenmekte, şirketlerin
  kaynaklar üzerindeki kontrolünü sağlamak ve büyütmek için savaş makineleri
  gitgide çoğalmaktadır. Küresel işsizlik 2009’da 50 milyon civarında
  beklenirken, Amerikan ulusal bilgi direktörü, küresel ekonomik krizi
  terörizmi aşan en büyük tehdit olarak gösteriyor (Schwartz, 2009). Fransız
  bakanlar uç sol grupların ‘yeniden doğuşuna’ kaygıyla bakıyor. Potansiyel
  sivil kaosu kontrol edip yok edilmesi için hazırlıklar şimdiden yolda (Bkz.
  Freier, 2008). Günümüz küresel/kentsel krizinin sonuçlarını siyasallaştırıp
  açığa çıkarırken, fırsatları yakalayan hareketler stratejilerini dikkatli bir
  şekilde kurmak zorunda olacaklar ve kendi toplumsal meşruiyetlerini kurarken
  sıfır-büyüme ekonomileri ve demokratik şehirleri zorlayacaklar. 
[1]
  Alexander Mitscherlich'in önemli makalesi Die Unwirtlichkeit unserer Städte (Şehirlerimizin Konuksevmezliği) ilk basımı
  1965 ve en son yeniden basımı (2008), Bkz. Lamer (1998, s.55)  
[2]
  Fordist modeli politik, sosyal ve kültürel açıdan reddeden, radikal duruşunu
  ortaya çıkaran daha kapsayıcı diğer söylemler (sloganlar): Vogliamo tutto!
  Wir wollen alles! (örn; herşeyi istiyoruz!) 
[3]
  Fainstein ve Fainstein, ABD'de çok daha önce Saul Alinsky'nin örgütlenmelerin
  konumlarını fabrikadan mahallelere kaydırdığını göstermişlerdi. (1974, s.
  201). 
[4]
  Yerel solun profiline bağlı olarak ve yerel mücadelelerin biçimine göre,
  kiracı, göçmen, kentli inisiyatifleri mücadelelerinde
  bazen öz yönetimsel merkez ve dükkanlar, alternatif ve feminist kolektifler,
  otonom medya ve haberleşme grupları vb.den oluşan yoğun ağ oluşumları ile
  birlikte farklı tipte hareketler ortaya çıkacaktır. Bunlar yeni bir politik
  aktörün, kentsel gelişim ve politikalara müdahale edebilen ve buna hazır
  olan, kendine güvenen bir kent aktörünün, bel kemiğini oluşturur.  
[5] Örneğin, New York Aşağı Doğu Bölgesinde işgalcilerin
  toplum örgütlerinin kalkınma etkinliklerine karşı protesto eylemleri ya da
  Berlin Stattbau 'da 'alternatif' yenileme kuruluşlarına karşı otonom aktivist
  örgütler. (Bkz. Mayer, 1987 b). 
[6] Bkz. HipHop sloganı 'banliyöleri bombala' (‘Bomb the
  surburbs’) (Wimsatt, 1994). 
[7] İçinde bulunduğumuz dönem daha çok 'post neo-libereal'
  olarak tanımlanmıştır. (Bkz. Smith, 2008; Brand ve Sekler, 2009).
  Neo-liberalizmin girdiği kriz kuvvetli bir şekilde hissedilirken, neo-liberal hakimiyetin üstesinden gelinmeli, yerine
  başka bir rejim getirilmeli. Bu rejim, tüm
  sosyal ilişkilerin örgütlenmesinde 'pazar ve rekabet düzeninin devamını
  sağlayan', tüm toplumsal kesimlerde 'pazar benzeri yönetişim formları'nın
  yürürlükte olduğu bir karaktere sahip olmayan bir rejim olmalı. (Demirovic,
  2009, s. 46). Her ne kadar neo-liberalizm artık çözümlere sahip değilse de,
  istikrarlı ekonomik büyümeyi garanti edemese de ve meşruiyeti sorgulansa da,
  hala baskın durumdadır.  
[8] İzleyen tartışmanın daha ayrıntılı bir versiyonu için
  bkz. Mayer (2007) 
[9] Bunu gibi yeni kent merkezlerindeki gösterişli
  yatırımlar, spor ve eğlence için mega-projeler, vb. için bkz. Scharenberg ve
  Bader'in bu konudaki Berlin'in Medyatik Alemleri hakkındaki makaleleri. 
[10] Hartz reformları ( 2002 yılında federal devlet
  tarafından Federal İş Bulma Kurumunun modernizasyonuna yönelik öneriler
  geliştirmek ve işsizliği azaltma için 'İşgücü Piyasası Hizmetlerinin
  Modernizasyonu Komisyonu'nda (Commission on the Modernization of Labor Market
  Service) görevlendirilen ve reformların temellendiği tavsiyeleri oluşturan
  Volkswagen'in CEO'su ve personel müdürü olan Peter Hartz'ın adıyla anılır.)
  2003-2005 yıllarında uygulamaya geçti ve çoğu yoksulluk sınırının altına
  düşen yaklaşık 4 milyon insanı etkileyen, Alman sosyal politikası ve işgücü
  piyasası politikasındaki değişimin temsilcisi olarak görüldü. Yerel toplumsal
  protesto grupları, sendikalar ve mahalli organizasyonlardan oluşan
  koalisyonlar, hak alıcılar aleyhine kullanılan daha cezalandırıcı ve cimri
  kriterlere karşı gösteri ve mitingler ve aynı zamanda sivil itaatsizlik
  çeşidi eylemler düzenlemekteler.  
[11]
  İtalyan kentlerinde genelde işgal edilen mülklere kurulan 250 üzerinde sosyal
  merkez, sosyal, politik ve kültürel etkinliklerin mekanı oldu. Neo-liberal
  yönetişimin dışlayıcı etkilerine karşı mücadele ederken, hiyerarşik olmayan
  yapılarla doğrudan demokrasi uygulamalarını denediler. (Bkz. Mudu, 2004). 
[12] Genel olarak düşük ücretli restoran çalışanı göçmenler,
  hizmetliler, gündelikçiler, çamaşırcılar vb. gibi nadiren sendikalar
  tarafından örgütlenen gruplara hizmet veriyorlar. Ülke genelinde 134 işçi
  merkezi var. Birçoğu yardım amaçlarını işçilere işçilerin kendilerine yardım
  edebilmelerini sağlayacak etnisite gibi konularla ilgili ve/veya maaş, sosyal
  yardım, çalışma koşulları ve işi tanımak gibi işyerine ilişkin sorunları konu
  edinen başka topluluklarla, hukuksal danışma, İngilizce kursu, bilgisayar ya
  da diğer iş eğitimleri, işçi hakları eğitimi ve liderlik gelişimi gibi
  doğrudan hizmetlerle ilişkilerini sağlamak, şeklinde gerçekleştiriyor. (Leavitt,
  2005, s. 10; Fine, 2006; ayrıca bkz. Liss, 2008). 
[13] Avrupalılar
  tarafından 'alternatif' ya da ‘Küreselleşme Karşıtı Hareket' ve Kuzey
  Amerikalılar tarafından 'Küresel Adalet Hareketi' olarak adlandırılan
  hareketler, uluslar üstü organizasyonlara örneğin WTO ve İMF ve zirve toplantılarına
  (örn. G8) karşı protestolar sırasında bu toplantıların ortaya çıkardığı
  politik fırsatlar ve kamusal dikkat çekme fırsatlarını kullanarak ortaya
  çıkmıştır. Aynı zamanda Dünya Sosyal Forumu'nun ve ulusal, bölgesel ve yerel
  sosyal forumların oluşturduğu 'açık alanda' (open space) yeni uluslararası
  aktivizm alanları oluşturdular. İsviçre Davos'da her yıl düzenlenen Dünya
  Ekonomik Forumuna eş zamanlı olarak düzenlenen Dünya Sosyal Forumu, dünyanın
  her yerinden aktivistlerin neo-liberal ve serbest pazar küreselleşmeciliğine
  karşı alternatiflerin tartışılabildiği bir 'açık alan' oluşturmayı sağladı.
  Forumlar dünyanın farklı yerlerinde örneğin, Hindistan, Venezuela, Mali,
  Pakistan ve Kenya ama daha çok hareketin kurulduğu Brezilyada düzenlendi.  
[14] Attac (Association pour la Taxation des Transactions
  pour l’aide aux Citoyens), 1998'de Tobin vergilerini dünyada uygulamak için
  kurulmuş ve günümüzde Fransa, Almanya ve İsviçre’de yüzlerce yerel üye grubun
  bulunduğu sağlam temelleri olan profesyonelleşmiş NGO’lardan oluşan bir ağ
  kurmuştur. (Bkz. http://www.attac.org; Escola ve Kolb, 2002). Almanya'daki
  Attac üyeleri 2008 çöküşüyle artmış, Mart 2009'da 22,000 üyeye (50,000
  civarında da sempatizan) ulaşmıştır. (Lee, 2009, s. 4). 
[15]
  'kent hakkı
  bir feryat ve talep gibidir... Basit bir gelip geçici hak ya da geleneksel
  kente dönüş gibi tasavvur edilemez. Yalnızca kentsel yaşam
  hakkının dönüştürülmesi ve
  yenilenmesi olarak formüle edilebilir... “kentsel” olan, karşılaşmaların
  mekanı, kullanım değerinin önceliği, tüm kaynakların arasından en yüce kaynak
  olarak terfi ettirilmiş bir zamanın mekana nakşedilmesi oldukça, morfolojik
  temelini ve gerçekleşmesinin maddi kılavuzunu bulur. (Lefebvre, 1995, s. 158). 
[16] Başlangıçta
  bu gibi gruplar Batı Avrupa’da ortaya çıktı, fakat yakın zamanda Zagreb’de
  merkezi bir meydanı (Flower Square) lüks, halka açık olmayan ve trafik
  yaratacak, yer altı otoparkı olan bir plazaya çevirecek ve çevrede
  soylulaşmayı başlatacak olan bir yatırım planını protesto eden bir ‘kent
  hakkı’ grubu oluştu. Grup belediye başkanına protesto eden 54,000 imza teslim
  ettiğinde, belediye başkanının tepkisi şöyle oldu: dört yıl içerisinde başka
  birini seçebilirsiniz, o zamana kadarsa bırakın da işimizi yapalım! (Bkz.
  Caldarovic ve Sarinic, 2008). Amerika’daki ‘kent hakkı’ birliği için Bkz.
  Leavitt (2008), Liss (2008) ve Perera (2008).  
[17] Bu, ilk kez
  2002 Şubat’ında bir araya gelen gruplar tarafından, Dünya Sosyal Forumu’nun
  desteklediği ‘İnsan Hakkı Olarak Kent Hakkı Dünya Semineri’nde yazıldı. 
[18] Detaylı
  bilgi UNESCO.org internet sitesinde bulunabilir. 
[19] Örneğin
  '2009 Dünya Sosyal Forumunda Kentsel Hareketlerinde Uyum Sağlama', bkz.
  http://www.hic-net.org/content/ convergencies-wsf2009.pdf  
[20]
  Neredeyse tüm ülkeler finansal erime ve ekonomik bunalımın aşağı doğru
  spiraline kapılmıştı. İhracata bağlı Almanya bile (nispeten finansal olmayan
  endüstriyel büyümenin kalesi olarak düşünülür) 2008’in son çeyreğinde %2.1’e
  çekilmişti.  
[21]
  Yunanistan’daki ya da Baltıklardaki olaylar kadar olmasa da, Çin ve Endonezya’da
  fabrikalarda grevlerin yaşandığı onlarca protesto yaşandı. (bkz. Schwartz,
  2009). 
[22] Bu çadır kent Seattle’ın belediye başkanının adını
  almıştır, Bkz. ‘A 21st Century Hooverville: Seattle’s Homeless
  Population Builds “Nickelsville”’, Democracy Now!, 30 March 2009.  
[23]
  Bkz. Woltersdorf (2009).  
[24] Bkz. Seelye (2009). 
[25]
  İnternet sitesine Bkz. A New Way Forward http://www.anewwayforward.org/demonstrations/ ve Bkz. Democracy Now! 10 April 2009: ‘Protests Scheduled Across
  the Country Calling on Banks to Nationalize, Reorganize, Decentralize 
[26] Amerikan hükümeti krize karşı birçoğu borç alınan ya da
  yeni basılan trilyonları ipotek altına almıştı. Borç alınan trilyonların çoğu
  Afganistan ve Irak savaşlarına harcandı ve açıktır ki bu borçlar geri
  ödenemeyecektir. Ortada kesinlikle tutarlı bir plan yok ve elbette
  vatandaşların cefasını çekeceği ağır kısıtlamalara karşı duracak ve kanamayı
  durduracak veya tırmanan yoksunluktan vatandaşı çıkartacak tutarlı bir tasarı
  hiç yok. (Hedges, 2009). İnsanların gözünde, hükümetin verdiği karşılık
  yetersizdir çünkü büyük sübvansiyonlarla sistemin son 30 yılındaki
  eşitsizlik ve tahliye karakterini temelde yeniden
  oluşturmaktadır. 
Kaynaklar 
Ainger, K. (2009) ‘Once beaten for stating the obvious,
  our time has come’, The
  Guardian, 26 March. 
Brand, U. and Sekler, N. (der.) (2009)
  ‘Postneoliberalism—a beginning debate’, Development Dialogue 51,
  s. 5–13. 
Brenner, N. and Theodore, N. (2002) ‘Cities and the
  geographies of “actually existing neoliberalism”’, Antipode, 34(3), s. 349–379. 
Caldarovic, O. and Sarinic, J. (2008) ‘Inevitability of
  gentrification’, paper presented at the ISA Meeting in Barcelona, September. 
Castells, M. (1977) The Urban Question. A Marxist Approach. London: Edward Arnold. 
Castells, M. (1983) The City and the Grassroots. London: Edward Arnold. 
Demirovic, A. (2009) ‘Postneoliberalism and postfordism—is
  there a new period in the capitalist mode of production?’,Development Dialogue 51 (January), s. 45–57. 
Eskola, K., and Kolb, F. (2002) ‘Attac: Entstehung und
  Profil einer globalisierungskritischen Bewegungsorganisation’, in H. Walk and
  N. Boehme (der.) Globaler
  Widerstand. Internationale Netzwerke auf der Suche nach Alternativen im
  globalen Kapitalismus. Münster:
  Westfälisches Dampfboot, s. 157–167. 
Fainstein, N.I. and Fainstein, S.S. (1974) Urban Political Movements. The
  Search for Power by Minority Groups in American Cities. Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall. 
Fernandes, E. (2007) ‘Constructing the “right to the city”
  in Brazil’, Social
  and Legal Studies 16(2), s. 201–219. 
Fine, J. (2006) Worker Centers. Organizing Communities at the Edge of the
  Dream. Ithaca: ILR Press. 
Freier, N. (2008) Known Unknowns: Unconventional ‘Strategic Shocks’ in
  Defense Strategy Development. Carlisle,
  PA: Strategic Studies Institute, US Army War College, http:// 
www.StrategicStudiesInstitute.army.mil/ 
Gough, J. and Eisenschitz, A. (2006) Spaces of Social Exclusion. London: Routledge. 
Harvey, D. (2008) ‘The right to the city’, New Left Review 53 (September/October), s. 23–40. 
Hedges, C. (2009) ‘Bad news from America’s top
  spy’,http://www.truthdig.com/report/item/20090216_bad_news_from_americas_top_spy/
  (accessed 17 February 2009). 
Henwood, D. (2009) ‘A post-capitalist future is possible’,
  The Nation, 13 March, http://www.thenation.com/doc/20090330/henwood 
Laimer, C. (2008) ‘Pamphlet für die lebenswerte Stadt’,
  derive. Zeitschrift für Stadtforschung 33 (October– December). 
Leavitt, J. (2005) ‘Jobs and housing: old programs and new
  paradigms’, in V. Eick and J. Sambale (der.) Public Housing and Labor Market
  (Re)Integration. Working Paper 3, John F. Kennedy Institute, Freie
  Universität Berlin. 
Leavitt, J. (2008) ‘Activist intellectuals and the Right
  to the City in Los Angeles’, presentation at the conference ‘The Right to the
  City: Prospects for Critical Urban Theory and Practice’, Berlin, 6–8
  November, http:// www.geschundkunstgesch.tu-berlin.de/
  fachgebiet_neuere_geschichte/menue/
  veranstaltungen_aktuelles/the_right_to_the_city/ panels/panel_vi/ 
Lee, F. (2009) ‘Attac gewinnt in der Krise’, Die
  Tageszeitung, 28 March, s. 4. 
Lefebvre, H. (1995) ‘The Right to the City’, in Writings
  on Cities, selected, translated and introduced by E. Kofman and E. Lebas, s.
  63–181. Oxford: Blackwell. 
Liss, J. (2008) ‘New folks on the historic bloc’,
  presentation at the conference ‘The Right to the City: Prospects for Critical
  Urban Theory and Practice’, Berlin, 6–8 November, http:// www.geschundkunstgesch.tu-berlin.de/fachgebiet_neuere_geschichte/menue/
  veranstaltungen_aktuelles/the_right_to_the_city/ panels/panel_vii/ 
Lotta Continua (1972) Nehmen wir uns die Stadt.
  Klassenanalyse, Organisationspapier, Kampfprogramm. Beiträge der Lotta
  Continua zur Totalisierung der Kämpfe. München: Trikont Verlag. 
Mayer, M. (1987a) ‘Städtische Bewegungen in USA:
  Gegenmacht und Inkorporierung’, Prokla 68(3), s. 73–89. 
Mayer, M. (1987b) ‘Staatsknete und soziale Bewegungen’, in
  T. Kreuder and H. Loewy (der.) Konservativismus on der Strukturkrise, s. 484–
  502. Frankfurt: Suhrkamp. 
Mayer, M. (2007) ‘Contesting the neoliberalization of
  urban governance’, in H. Leitner, J. Peck and E. Sheppard (eds) Contesting
  Neoliberalism: The Urban Frontier, s. 90–115. New York: Guilford Press. 
Mudu, P. (2004) ‘Resisting and challenging neoliberalism:
  the development of Italian social centers’, Antipode 36(5), s. 917–941. 
Perera, G. (2008) ‘Winning the Right to the City in a
  neo-liberal world’, presentation at the conference ‘The Right to the City:
  Prospects for Critical Urban Theory and Practice’, Berlin, 6–8 November,
  http://
  www.geschundkunstgesch.tu-berlin.de/fachgebiet_neuere_geschichte/menue/
  veranstaltungen_aktuelles/the_right_to_the_city/ panels/panel_vii/ 
Schwartz, N.D. (2009) ‘Rise in jobless poses threat to
  stability worldwide’, New York Times, 15 February. 
Seelye, K.Q. (2009) ‘Sacramento and its riverside tent
  city’, New York Times, The LEDE, 11 March, http://
  thelede.blogs.nytimes.com/2009/03/11/tent-cityreport/? hp 
Smith, N. (2008) ‘Neoliberalism is dead, dominant,
  defeatable—then what?’, Human Geography 1(2), s. 1–3. 
UNESCO Public Debate on ‘Urban Policies and the Right to
  the City’, http://portal.unesco.org/shs/en/
  ev.php-URL_ID=5648&URK_DO=DO_TOPIC&URL  
Unger, K. (2009) ‘“Right to the City” as a response to the
  crisis: “convergence” or divergence of urban social
  movements?’,http://www.reclaimingspaces. org/crisis/archives/266 (accessed 16
  February 2009). 
Wimsatt, W.U. (1994) Bomb the Suburbs. Graffiti,
  Freight-Hopping, Race, and the Search for Hiphop’s Moral Center. Chicago: The
  Subway and Elevated Press. 
Woltersdorf, A. (2009) ‘Leben in der Zeltstadt’, Die
  Tageszeitung, 1 April, s. 5. 
Kaynak: toplumunsehircilikhareketi.org  |