Kentsel Toplumsal Hareketlerin
Değişken Sloganları Bağlamında "Kent Hakkı"*
|
Margit
Mayer**
ÖZET
Kent hakkı teriminin günümüz kent
hareketlerinde ve ötesinde kazandığı popülariteyi açıklamak için, bu makale
terimin çıkışını 2. Dünya Savaşı sonrası siyasi-ekonomik rejimlerinin değişen
çerçevesi içerisinde ele alıyor ve sadece Avrupa-Amerika hattında değil bütün
dünyadaki kentsel mücadeleleri (değişik anlamlarla da olsa) tanımlayan bir
terim olarak ortaya çıkan kent hakkı sloganının farklı versiyonlarını
karşılaştırıyor.
Terimin radikal Lefebvreci versiyonunu küresel STK'larca
yaygın olarak kullanılan daha apolitik versiyonlarından ayırıyor ve bu 2.
versiyonu var olan sistemde katılımcılığı öne koyan taleplerin önünde bir
engel olarak görüyor. Sonuç bölümü günümüz kent hakkı hareketlerinin içindeki
krizin etkilerini tartışmaya açıyor.
GİRİŞ
Bu çalışma, günümüz kent
hareketlerine ve direniş siyasetlerine son 40 yılın makro trendleri bağlamında
bakmaktadır çünkü bu trendler ve değişimler hem hareketlerin evrildiği
politik çevreyi - şehirler ve siyasal oluşumlar diye düşünebiliriz - hem de
hareketlerin kendilerini temelden değiştirmişlerdir. Bu değişim ilk etapta
çok yavaş hatta fark edilemeyecek gözükürken, sonrasında geri dönüp
baktığımızda son derece büyük etkilerinin olduğu ortaya çıkmıştır. Eğer kent
hakkı terimini 'gerçekçi bir politik ideal ve işleyen bir slogan' haline
getirmeyi düşünüyorsak, kentsel muhalefetin yönü üzerindeki bu etkileri
anlamak çok büyük bir önem arz etmektedir (David Harvey, 2008). Bu amaçla, bu
yazı ilk etapta kentsel toplumsal hareketlerin (Avrupa- Kuzey Amerika
ekseninde) Fordizmden birçok neo-liberal rejime değişen ilkelerinin izlerini
sürecek, hareketlerden yükselen çığlıkları, kentte yaşayan insanların
kolektif kimliklerini, hedeflerini ve önceliklerini hatırlatan bildiriler
olarak ele alacaktır: yani, her dönemde var olan kentsel dışlanma ve
baskıları. Buna dayanarak, ikinci bölümde, günümüz bağlamında ve 1968'in
birleştirmeyi başaramadığı talep ve özlemleri (Peter Marcuse’un yoksun ve
hoşnutsuzların taleplerini ayırması gibi) bir araya getirme potansiyeli olan
kent hakkı sloganı üzerinde, neyin yeni ve farklı olduğunu takdir etmek
mümkün olacaktır. Bununla birlikte, günümüz konjonktürü hareketler için
sadece yeni fırsatlar açmıyor, aynı zamanda karışık birçok problemi ortaya
çıkarıyor ki, bunlardan bazıları 3. bölümde incelenecektir. Açıkçası kent
hakkı sloganı kentteki tek
yol değil, birbirleriyle çekişme içinde
yükselen başka sesler de var; yaratıcı kent
ya da yaşanabilir
kent, toplumsal olarak karışık kent ve ayrıca rövanşist kent
gibi sloganlar, farklı bir kent tahayyülünü oluşturan sloganlardan sadece bir
kaçı. Kent hakkı sloganı üzerine katkı adına yapılan bu yazının odak noktası
başka bir bariz gerçek üzerinden sorgulanabilir: günümüzün küresel ilişkileri
bizi Paris Komününden Mayıs 1968'e kadar geçerli olduğu haliyle kentin ve
özellikle küresel Kuzey kentinin, gerçekten hala sosyal değişimin devrimci güçlerinin
önkoşullarını barındırıp barındırmadığı konusunu düşünmeye zorluyor. Bu
zorlayıcı sorularla uğraşmak yerine, bu yazı (3. bölümünde) kent hakkı
sloganı üzerinde yükselen hareketlere odaklanmaktadır ve dolaşımda olan
birçok versiyonun olduğunu ve bunların içinde Henri Lefebvre'nin radikal
tanımına göre ciddi biçimde anlamı sulandırılmış versiyonlarının olduğunu da
ortaya koymaktadır. Bu sonuç, küresel mali krizle birlikte açılan yeni
ufukların kent hakkı hareketini birçok yönden güçlendirirken birçok yönden de
tehdit ettiğine işaret ediyor.
Fordizmin
Krizinden Neo-liberalizme Kent Hareketleri
Gelişmiş kapitalist ülkeler
arasında, kentsel gelişim modelleri gitgide birbirine benzemeye başladı ve
kentsel yönetişim şekilleri o kadar birbirine yaklaştı ki kuzey ülkelerinde
bu politikalara karşı direnen ve meydan okuyan hattın, birbirlerine benzer
süreçleri yaşaması hiç de şaşırtıcı değil.
Geniş tabanlı kentsel hareketlerin
ilk dalgası, 60’ların hareketlerinin doğduğu dönemdeki birçok hareket gibi
Fordizmin krizine tepki verdi. Konut, kira grevleri, kentsel yenilemeye karşı
kampanyalar (şehirleri ciddi anlamda yeniden yapılandıran ve özellikle
yoksulları yerinden eden), Alman psikolog Alexander Mitscherlich’in o
zamanlar yerinde bir şekilde dediği gibi ‘şehirlerimizin konuksever
olmayışı’na[1] karşı duruş
(kentin Fordist temelde bölünmesinin ve banliyöleşmenin getirdiği kısırlığı
kasteder) etrafında süren mücadeleler ile gençlik ve toplum merkezleri için
yapılan mücadelelerin hepsi ilerici bir şekilde; öğrenciler ve 1960’lar ve
70’lerin savaş karşıtı ve sol hareketleri tarafından üretilen ortak düşman
düzlemi tarafından ve o dönemki hükümetlerin izin verdiği açık yollar (genel
olarak sosyal demokrat bir uzlaşı kalıbı içerisinde) sayesinde
siyasallaştırıldı. Protestolar, hatta toplu ulaşım, çocuk bakımı ve diğer
kamu hizmetlerindekilere yönelenler bile, toplu tüketim kurumlarının kültürel
normlarını, fiyatını, kalitesini ve bu hizmetlerin tasarımlarında söz sahibi
olunamamasını konu aldı. 1968’in sloganları (birçoğu Lefebvre’nin
çalışmalarından ilham alan, ‘şehri de hayatı da dönüştür’, ‘kaldırımların
altında kumsallar vardır’, ‘gerçekçi ol, imkansızı iste!’ sloganları gibi )
zaman içinde güçten düşmüş olsa bile, mücadeleler ilk ortaya çıkışlarında,
isyankar orta sınıf öğrencilerini marjinal gruplarla, daha ilerici ve daha
demokratik bir toplum kurabilmek için vatandaşlık hakları taleplerinde veya
Amerikan emperyalizmine karşı protestolarda, bir araya getirdi.
Hareketlerin ilkeleri o dönemde
Avrupa’da daha militanca, (‘haydi şehri ele geçirelim!’, bkz. Lotta Continua,
1972)[2] Kuzey Amerika’da
daha faydacıydı (‘toplumun kontrolü’) ve aynı zamanda hareketin
militanlarının kompozisyonu da farklıydı: Avrupa’da hareketlere; öğrenciler,
gençler ve göçmenler tarafından öncülük edilirken, ABD’de ise daha çok
Fordist zenginlikten dışlananlar tarafından oluşmaktaydı, özellikle de
Afro-Amerikalılardan. Fakat hem Kuzey Amerika hem de Avrupa hattı boyunca
duran ülkeler fabrikadan mahalleye yer değiştiren bir aktivizme tanık
oldular. Sol gruplar, İtalya’da Lotta Continua ya da ABD’de SDS/ERAP, devrimci
gücü oluşturmada önemli bir yere sahip olan üretken bir alanı keşfettiler.[3] Sınıf mücadelesi
alanının üretim alanından, üretici alana hareket ettiğini iddia ederek,
mahalle direnişlerini radikalleştirecek ve destekleyecek projeler başlattılar[4]. Mücadele, ortak
tüketim alanları söylemi etrafında hareket etti, örneğin alt yapı çalışmaları
ve hizmetleri ile iyileştirilmiş toplu tüketim talepleri ilerici alternatif
projelerin altyapısına yedirildi.
Kent araştırmacısı Manuel
Castells, bu tarz bir pratikten yola çıkarak kentsel toplumsal hareketler
anlayışını geliştirdi (Castells, 1977, s. 432). Bu hareketler sadece geç
kapitalist toplumların yapısal çelişkilerini ortaya koymakla kalmaz, aynı
zamanda sendikalar ve siyasi partiler ile beraber, toplum ve siyasette köklü
değişimler yaratabilir. Buradan hareketle, Castells’in kendi kentsel
toplumsal hareketler tanımı daha çok normatifti: kentsel toplumsal
hareketler, toplu tüketim alanları etrafındaki aktivizmi cemaat kültürü ve
siyasi özyönetim mücadeleleri ile birleştirdiklerinde, yani, kentsel
anlamları dönüştürebildiklerinde ve kullanım değerleri ile otonom yerel
kültürler ve ademimerkeziyetçi katılımcı demokrasiye sahip bir kent
oluşturabildiklerinde, kentsel toplumsal hareketler olarak
tanımlanabiliyorlardı (Castells, 1983, s. 319–320). Bu dönemde, elbette ki
etkin birçok kent hareketi vardı ve hala birbirleri arasında sert ulusal ve
bölgesel farklılıklar bulunuyordu.
Kentsel toplumsal hareketlerin
ikinci safhası 80'lerin tasarruf politikaları yüzünden ortaya çıktı. Bu
politika, ilk aşamalarında Keynezyen refah devleti ve onun sosyal toplumcu
kurumlarını geriletmek için sıkı çalışan neo-liberal paradigmaya doğru
küresel bir değişikliği başlattı. Bu kurumlar önceki paradigmada alternatif
hareketlerin maddi temelini oluşturmaktaydı - çok fazla kabul edilmemiş olsa
da. Siyasetin neo-liberalleşmesi, hep bahsi geçen “eski” toplumsal sorunları
tekrar kent hareketlerinin ajandasına yerleştirdi: artan işsizlik ve
yoksulluk, bir “yeni” ev ihtiyacı, toplu konut mekânlarında yağmalar ve yeni
dalga işgaller kent hareketlerinin görünüşünü değiştirirken yerel yönetimler-
ki harcamaları artarken mali kısıtlamalarla karşılaşmaktalar- problemlerini
çözmek için yaratıcı yollara başvurmaya başladılar.
Bu baskılar, hareketler ile yerel
yönetimler arasındaki ilişkilerin yeniden yapılandırılmasına sebep oldu:
karşı çıkıştan iş birliğine evrilen bir yapılandırmaya doğru. Yerel
yönetimler hem mali problemlerini hem de meşruiyet problemlerini çözmek için
mahalle tabanlı örgütlerin kolaylaştırıcı potansiyelini keşfettiler ve yerel
hareketler de kendi alternatiflerini sağlam bir şekilde yürürlüğe koyabilmek
için stratejilerini “protestodan programa” doğru çevirdiler. Bu dönüşüm, kent
ile mahallelerin yeniden canlandırılmaları için oluşturulan yeni nesil
kapsamlı bir programla yürürlüğe girdi. Sonuç olarak, kira grevleri ya da
otoriteyi rahatsız edecek eylemler yapan (alışkın olduğumuz eylemler) eski
karşıt gruplar 80'lerle beraber kendilerince alternatif hizmetler
geliştirmeye ve dağıtmaya başladılar. 'Devletin içinde ve devlete karşı' bu
etkinlikler toplumsal hareketleri profesyonelleşmeye ve işleyişlerini
kurumsallaştırmaya teşvik etti. Ancak, bu gelişme, bu hareketlerin giderek
artan rutinleşmiş uzlaşı mekanizmalarının dışında kalan yeni örgütlenmiş
gruplardan uzaklaşmalarına da sebep oldu.
Bu durum, bir tarafta gitgide
profesyonelleşen ve hizmet dağıtan örgütler, diğer taraftaysa bu
düzenlemelerle sorunları çözülemeyen ve gitgide radikalleşen örgütler
arasında bir ikilik yarattı.[5] Ek olarak,
hareketlerin düzlemi, 80'lerde tam teşekküllü orta sınıf tabanlı hareketlerin
birçok değişik taleple oyuna dâhil olmasıyla ve kendilerini siyasi yelpaze
boyunca ‘Aman Benim Arka Bahçemde Olmasın’ hareketlerinden, korumacı hatta
gerici hareketlerden ilerici hareketlere, ‘Özgür Vatandaşlar İçin Sınır
Olamaz!’ hareketinden daha az ilerici bireysel isteklere kadar birçok farklı
duruşta konumlandırmalarıyla iyicene karmaşıklaştı. Konut işgalleri devam
etti ama burada da bir ikilik oluştu: birçok ilk dalga işgalciler
özgürleştirilmiş mekânlarında rahatça yuvalanmışken ve ekonomik olarak
güçlenirken, Avrupa’daki yeni işgalciler daha çok ihtiyaç odaklıydı.
(Marcuse’un terimiyle, hayallerden çok gerçek talepleri dillendirdiler).
Özetle, şehirler bu ikinci fazda çok çeşitli ve çokça bölünmüş tarzda kent
protestolarıyla karşılaştılar. Hareketlerin çerçeveleri farklılaşmış parçalara
ayrıldı ve bütünleşik bir mücadele için herkesi kucaklayan bir çağrı
oluşamadı.
Üçüncü olarak, radikal bir şekilde
pazar mekanizmalarına öncelik tanıyan bir rejim (dizginlerinden boşanmış
neo-liberalizm), 1990’lardan itibaren daha önceki tasarruf döneminin
çelişkilerine yanıt verdi. Kent mekânını geliştirme ve pazar disiplininin
arenasına dönüştürme yolundaki neo-liberal zorunluluk, yerel yönetimin baskın
projesi olarak sürerken, artık ‘yoksulluk’ yerine ‘sosyal dışlanma’ diye
adlandırılan olguyla mücadele mekanizmaları olarak yerel ekonomik gelişim
projeleri ve toplum temelli programlar öne çıkarıldı (Brenner ve Theodore,
2002, s. 26–27; Gough ve Eisenschitz, 2006). Böylece, iktisadi rekabetçiliği
teşvik için toplumsal, siyasi ve çevresel kriterler ortaya çıktı (ve aynı
zamanda yeniden tanımlandı); toplumsal altyapılar, siyasi kültür ve kentin
ekolojik temeli mümkün olan her yerde ekonomik kazançlara tahvil edildi.
Reform üzerine yeni söylemler (‘refah bağımlılığı’ gibi sonlandırılması
gereken ve bunun yerine ‘etkinleştiren devlet’, toplumun yeniden
canlandırılması ve sosyal kapital gibi buyur edilmesi gereken) ve ayrıca yeni
kurumlar ve aktarım tarzları moda oldu (bütüncül bölge kalkınması, kentsel
yeniden canlandırma ve sosyal refahta kamu-özel ortaklıkları gibi ve tüm
bunlar halkın sorunlarıyla ilgilenme adına dillendirildi). Bu söylem ve
politikalar, bürokratik Keynezciliğin önceki dalga eleştirmenlerini birçok
şekilde birleştirdi ve ‘kendine güven’ ve ‘otonomi’ gibi eskiye ait ilerici
amaçları ve sloganları ele geçirmede başarılı oldu. Bir yandan da bunları
siyaseten gerileyen, bireyselleşmiş ve rekabetçi bir yönde yeniden tanımladı.
Önceki hareketlerin dilinin bu şekilde ele geçirilmesiyle, eleştirilerinin
enerjileri de yeniden canlandırılmış bir kentsel (veya bölgesel) büyüme
makinesinin geliştirilmesine koşuldu.
Bu yeni kentsel kalkınma
politikaları ile ifade ettikleri sosyal hakların fiilen aşınmaya uğramaları
sonucu hareketin alanı daha da parçalandı: bir yandan, kendilerini ve
şiddetli kentsel rekabetin etkilerinden elde ettikleri her çeşit
ayrıcalıklarını korumaya yönelen yeni korumacı hareketleri tetikledi, öte
yandan kentin kimin kenti olması gerektiği üzerine mücadeleleri
siyasallaştırdı. Bu onyılın içinde New York, Paris, Amsterdam, Berlin ve daha
sonra İstanbul ve Zagrep kentlerinde, soylulaştırma karşıtı mücadele
dalgaları tekrar-tekrar ortalığı silip süpürdü ve ‘Yupi pisliği geber’ gibi
sloganlar kelimenin tam anlamı ile küresel oldu.[6] ‘Sokakları geri
al’ ve anti-küresel hareketin benzeri yerel örgütlenmeleri ‘Başka bir Dünya
Mümkün’ sloganı ile ‘Başka bir Kent Mümkün’ sloganlarını popülerleştirdi.
Daha önce değilse de, 2001’in
dot.com krizinden beri, esnekliklerini dünyanın her yerindeki kentsel
gelişmelerin borçlarını finanse etmek için kullanan finans pazarlarının birleşmesiyle,
kentleşmenin küreselleştiği yeni bir dördüncü evrenin içindeyiz (Harvey,
2008, s.30). Ekonomik gelişme hızlarının durgunlaşmaya başladığı bu evrede,
(veya Avrupa-Kuzey Amerika merkezi gibi gelişmenin hala var olduğu ama bunun
işsizlikle birlikte olduğu yerlerde) keskinleşen toplumsal bölünmeler,
toplumsal-mekânsal kutuplaşmaların artması ile belirginleşirken, sosyal
güvenlik sistemlerinin yeniden yapılandırılması ile sosyal yardımların
doğrudan yapılması (ç.n.
welfare) yerine, işsizlerin bu yardımlardan
yararlanmaları için geçici işlerde çalışma ya da çeşitli işgücü eğitim
programlarına katılmaları şartlarına bağlanması ilkesi (ç.n. workfare) benimsenmiştir.[7] Yeni kentsel,
toplumsal ve işgücüne yönelik pazar politikaları, kentteki sınıfaltını işgücü
pazarlarına (düşük kaliteli) doğru ‘harekete geçirmekle’ kalmamış, aynı
zamanda birçok (önceki) toplumsal hareketi de etkilemiştir. Bu hareketler,
yerel toplumsal programlar ile istihdam veya toplumsal kalkınma programları
uygulamakta ve giderek kendilerini yeniden üretmektedirler - ve birçok kimse
tarafından toplumsal dışlanma ile mücadelede rakip (kamu veya özel) herhangi
bir kuruluştan daha başarılı bulunmaktadırlar. Ancak, bu kuruluşların
toplulukları örgütleyerek harekete geçirme yetenekleri yıpranmıştır.
Kendilerini, var olan koşullar altında yapılabileceklere kısıtladıklarından,
birçoğu, önceye ait ‘kendi geleceğini tayin eden kent’ hayallerini ve hatta
özgürleşmiş mahalleler hayalini toprağa gömmüştür. Bu tarz toplum temelli
hizmet aktarımı ve kalkınma kuruluşlarıyla kontrat yapan yerel yönetimler,
giderek daha çok sorumluluk ve riskin ortaya çıkması ve bütçelerinin geçmişte
hiç olmadığı kadar daralması ile müthiş bir baskı altına girmiştir.
Bu gelişmeler toplumsal
mücadelenin mekânını birçok yönden kısıtlamış ve daraltmıştır. Ancak, en az
üç meseleye karşı toplumsal muhalefet devam etmiştir, bunların her biri
kentsel yönetimin neo-liberalleşmesinin şu veya bu çeşidine karşı çıkar:[8] neo-liberal
kentsel yönetimin önemli bir şekli büyüme politikalarının baskın modelinden
yürür. Bu, şirketleşen kentsel kalkınmanın modellerini, amaçlarını ve
etkilerini sorgulayan hareketlerden protestoların yükselmesine neden
olmuştur;[9] bu akımlar,
kamusal mekânın ticarileşmesine, kentsel mekânda gözetimin ve polis
faaliyetinin artmasına ve küresel rekabette kentlerin kendilerini müteşebbis
faaliyetlerle pazarlamalarına ve aynı zamanda bu büyüme politikalarının
dışında kalan mahallelerin göz ardı edilmesine karşı mücadele ederler. Bir
diğer muhalefet çizgisi, toplumsal /işgücü koalisyonları ve (göçmen) işçi
hakları kuruluşlarında giderek daha sık bir araya gelir; toplumsal politikalar
ve işgücü pazarı politikalarının neo-liberalleştirilmelerine ve refah
devletinin yıkılmasına muhalif hareketlenmeyi ateşler ve toplumsal adalet
için çalışır. Bunlar, Almanya’da Anti-Hartz[10] yerel hareketi,
İtalya’da Toplum Merkezleridir.[11] ABD’de ise,
çalışma sahası ve mahalle örgütlenmesini sosyal haklar kuruluşları ve
sendikalarla yeni koalisyonlarda buluşturarak gerçekleştiren ve her an işten
çıkarılma riski altındakilerle işsizlerin taleplerini birleştiren işçi
merkezleridir.[12] Üçüncü bir
muhalefet çizgisi küreselleşmenin ‘aşağı inerek’ kendini gerçekleştirdiği ve
küresel meselelerin yerelleştiği alana yönelen ulus aşırı ve anti-küresel
hareketlerin[13] ‘yerel’ olanı
yani kendi kentlerini keşfettikleri çizgidir. Bu hareketler, sadece IMF, DTM,
Dünya Bankası, AB, G8, vb. gibi uluslararası kurumların demokratikleşmelerini
talep etmez, özelleştirme ve sosyal hakların ihlali gibi meselelerin aslında
onları dünya üzerinde diğer hareketlere bağladığını da keşfederek,
kentlerdeki kamu hizmetlerini ve kurumları korumak için de örgütlenir.
Sadece, küresel şirketler, yatırımcılar ve müteahhitler şeklindeki küresel
neo-liberalizme hücum etmekle kalmaz, ( Reclaim the Streets’in,
1 Mayıs protestolarında Avrupa’daki merkezi iş bölgelerinde sembolik olarak
organize ettiği eylemlilikler ve sokak partilerinde olduğu gibi), ortak neo-liberal
gündemi uygulamaya yardımcı olan müteşebbis yerel yönetimlere de saldırır. Bu
küresel adalet hareketleri, örneğin ‘Başka bir New York Mümkün!’ü talep etmek
için memleketlerine ‘Başka bir Dünya Mümkün’ sloganını getirirler. Social
Fora veya Attac[14] gibi
organizasyonlar ‘küresel adalet’ mesajını yerel düzeyde ele alarak, sosyal
yardımların kesilmesine karşı ve göçmenler ve aynı zamanda 'workfare' emekçilerinin hakları için mücadele yürütürler. Ayrıca,
yerel sendikalar, sosyal hizmet kuruluşları ve kiliseler ile ittifaklar
kurarlar. Bölgesel ve ulus ötesi çeşitli ağlara bağlı, geniş bir yelpazede
yer alan yerel, az çok militan, anarşist, otonom sol gruplar,
karşı-zirvelerde, sadece eylemleri bloke etmek ve miting düzenlemek için
buluşmaz, ulusal ve uluslararası yoldaşlarıyla deneyim ve fikir alışverişinde
bulunmak ve ayrıca gelecekte gerçekleştirecekleri ortak sivil itaatsizlik
eylemleri ile diğer eylemleri planlamak ve koordine etmek için de bir araya
gelir. Finansal krizin çıkışından beri bu hareketler yükselen sayılarda
gençliği kendilerine çekmektedir. Eğitim sistemleri ve kamusal altyapılar
dağılırken bu gençlerin temiz bir geleceğe olan umutları da aşınır ve
protestolarını ‘bankalara para, çocuklara kurşun’ (sadece Atina’da değil)
sloganıyla ortaya koyarlar. Bu hareketler, giderek sadece protesto şeklinde
oluşmaz, neo-liberalizmin bu meşruiyet krizi zamanlarında iktidar üzerine
demokratik talepler -sayılarından, yoğunluktan ve sıklıktan güç alarak -
şeklinde de gelişir.
Böylece kentin neo-liberalleşmesi,
ilerici kentsel hareketler için birçok yönden daha düşmanca bir çevre
yaratırken, kentsel protesto için daha küresel bir anlayışa da yer açmış ve
kentsel hareketlerin bir kısmını ‘Kent Hakkı’ sloganının şemsiyesi altında
yenilenmiş bir birleşmeyle üretmiştir.
‘Kent
Hakkı’ ve bugünkü kentsel durum
Kent Hakkı sloganı bugün capcanlı,
cismani bir eylem çeşidi olmuştur. Giderek, daha fazla kent sakini grubunun
uzun zamandır alışageldikleri haklarının aşındığını görmesiyle, bu talep
önemli meseleleri birleştiren ve yoğunlaştıran bir talebe dönüşmüştür.
Mülksüzleştirme yoluyla birikim, bugüne dek görülmemiş düzeylere ulaşmış; bu
da haklar - medeni, siyasi ve aynı zamanda ekonomik haklar- bakımından
muazzam kayıpları beraberinde getirmiştir. Varsıl ile yoksul mahallelerin
sanki görünmez bariyerlerle giderek ayrıştığı kentler, kapalı güvenlikli
sitelere ve özelleştirilmiş kamusal alanlara dönüşmüş, kentin eskiden herkese
açık olan hizmetleri ile tesislerinden faydalanma yoksullar için gitgide
kısıtlanmıştır. Aynı zamanda, bugün yukarıda sayılan üç muhalif çizgide etkin
olan değişik hareketler, bir yandan yoksun ve dışlanmış grupları, öte yandan
anti-neo-liberal ve küresel adalet gruplarını 1968’in aksine bir araya
getirmişlerdir. 1968’de ‘yoksunluk’ ve ‘memnuniyetsizlik’, önemli harekete
geçirici kuvvetler olmalarına rağmen henüz birleştirilememişlerdi. Ayrıca,
sözde birinci dünya metropollerindeki mücadeleler ile özelleştirme,
spekülasyon, tahliye ve yerinden etmeye karşı savaşın daha da fazla var
olduğu küresel Güney kentleri arasındaki bağlantılar oldukça somutlaşmıştır:
hatta çoğu kez yerinden etme ve tahliyelerden sorumlu olanlar aynı
müteahhitler ve aynı küresel şirketlerdir. Sosyal Forum süreci vasıtasıyla
son sekiz yılın diyalog, bilgi paylaşımı ve kolektif eylemi ile
Heiligendamm/Rostock’da (G8 toplantısı 2007) veya Londra’da (G20 toplantısı
2009) olduğu gibi, anti-küresel hareketin karşı-zirve toplantıları
kullanılarak ortak deneyimler ve özelleştirme ve mülksüzleştirme karşıtı
çeşitli mücadelelerdeki ortak noktalar irdelenmiştir. Bu bağlamda,
aktivistlerce yankılanan ‘Kent Hakkı’ sloganı, kentten kimin yararlanması
gerektiği ve kentin ne çeşit bir kent olması gerektiği ihtilafında bir
cepheyi örgütleyerek çatısı altına alan, mantığı anlaşılabilir bir talep ve
bayrak olur. Peter Marcuse ve David Harvey kent hakkını adalet, etik, fazilet
ve iyiliğin temel ilkeleri üzerine inşa edilmiş bir ahlaki talep olarak
tanımlarlar- günümüzün adli süreci yoluyla yaptırımı olan hukuki bir talep
olarak değil.
Ancak aslında, dışarıda, gerçek
dünyada bulunan hareketler bu talebe değişik şekillerde başvururlar. Bir
tarafta, kentleşmeyi, toplumun ve gündelik hayatın sermaye yoluyla dönüşmesi
olarak tanımlayan Lefebvrian görüşten[15] temellenirler.
Bu dönüşüme karşı Lefebvre toplumsal ve siyasi eylem yoluyla haklar yaratmaya çalıştı: sokak ve sokağa talepler bu hakları
belirlemektedir. Bu yönüyle kent hakkı hukuki/adli bir haktan ziyade varsıl
ve güçlünün iddialarına kafa tutan muhalif bir taleptir. Peter Marcuse’un bir
zamanlar dediği gibi, bir yeniden dağıtım hakkıdır, tüm insanlar için değil,
ondan yoksunlar ve ona ihtiyacı olanlar için. Ve insanlar (ve kent) onu
sahiplendikçe yaşayacak bir haktır. 1968’in Paris’inde Lefebvre’in keşfetmek
istediği ve çağdaş dünyadan ABD’deki Kent Hakkı Birliği ile tüm Avrupa’da
benzer kentsel hareketlerin referans aldığı böyle devrimci bir sahiplenmedir[16].
Aynı zamanda, Kent Hakkı, bazı
farklı çağrışımlarla olsa da, uluslararası STK’lar ve hukuki danışmanlık
kuruluşlarıyla birlikte önemli bir hareket gücü kazanmıştır. Çeşitli
uluslararası ve ulus üstü siyasi ağlar ile Habitat gibi BM programlarından destek
alan uluslararası kuruluşların da içinde bulunduğu uluslararası STK’lar
tarafından, ‘Kent Gündemleri’ geliştirilmiştir. 2003’te UNESCO’yla beraber
bazı uluslararası insan hakları grupları, İnsan Hakkı Olarak Dünya Kent Hakkı Sözleşmesi’ni ortaya koydular.[17] 2004’te Habitat
Uluslararası Koalisyonu (http:// www.hic-net.org/) diğer organizasyonlarla
birlikte Kent Hakkı ile ilgili sözleşmenin taslağını Quito’daki Latin Amerika
Sosyal Forumu’nda ve Barselona’daki 2. Dünya Kent Forumu’nda sundu. 2005’te
Porto Alegre’de düzenlenen Dünya Sosyal Forumu sırasında Dünya Kent Hakkı Sözleşmesi kabul edildi.[18] Çeşitli çabalar
ile deklarasyonlar arasında uyum sağlamak amacıyla, BM Habitat (www.unhabitat.org)
ve UNESCO, ‘Kent Politikaları ve Kent Hakkı’ üzerine çalışan sürekli bir
Çalışma Grubu vasıtasıyla 2005 yılında bir kamuoyu tartışması başlattılar; bu
amaçla UNESCO’nun Paris’teki merkezinde veya Montreal ve Barcelona
belediyelerinde düzenli yıllık toplantılar yaptılar. BM-Habitat ile UNESCO,
Uluslararası Sosyal Bilimler Kurulu (ISSC) ve uluslararası STK’lar ile
birlikte, merkezi aktörler arasında – bu aktörlere önemleri nedeniyle
belediyeleri de dâhil ederek- sürdürülebilir, adil ve demokratik kentler garanti
eden politikalarda fikir birliği sağlamaya çalışmaktadırlar. Latin
Amerika’daki kentlerde, bu gibi sözleşmeler (ya da bölümleri) geniş çapta
yaygınlaştı; hatta Brezilya’da kolektif kent hakkını tanımak için Brezilya
Anayasa’sına 2001’de bir kent yasası dâhil edildi. (bkz. Fernandes, 2007). Bu
çeşit bir ‘kent hakkı’ gündemini dayatan kuruluşlar, katılımcı belediye
bütçesi gibi bazı öğelerin zaten uygulandığını - sadece Porto Alegre’de değil
dünya üzerinde en az 70 kentte- dile getirmekteler. Dahası, yerel halka
ücretsiz internet girişi sağlayarak dijital demokrasiyi uygulayan Bolonya’ya
veya BM-Habitat’ın yardımlarıyla Latin Amerika ve Karayipler’de kurulan
gençlik yönetimlerine de dikkat çekmekteler.
Tüm bu hükümler ve sözleşmeler,
kentsel gelişme ile sosyal adalet ve hakkaniyet arasında bir şekilde bağ
kurarak, kamu politikası ile yasamayı etkilemeyi amaçlarlar. Kent
politikalarının merkezine yatırımcılar ve geliştiriciler yerine ‘bizim en
savunmasız kent sakinlerimiz’i alma çabalarında, ilerici kentsel politikanın
koruması gereken belirli hakları sıralarlar. Böylece, belirli haklar (sadece
kent hakkı değil) için özel mücadelelere atıfta bulunurlar ve İlk
Sözleşme'nin metninde olduğu üzere ‘bir yığın mevcut insan hakkı ve bunlarla
ilişkili devlet yükümlülüklerini - ki kapsamları nedeniyle yerel yönetimler
de burada taraftır -’, birleştirirler (7. paragraf). Kent Hakkı Sözleşmesinin
11. paragrafına göre kent hakkı:
‘uluslararası kabul edilmiş insan
hakları olarak barınma, sosyal güvence, çalışma, uygun koşullarda yaşam,
tatil, bilgi edinme, kurumlar ve bağımsız kuruluşlar kurma ve onlara üye
olma, gıda ve su, mülksüzleştirilmekten korunma, katılım ve özgür ifade,
sağlık, eğitim, kültür, özel yaşam ve güvenlik, güvenli ve sağlıklı bir çevre
hakkını içermektedir.’
Buna ilaveten, 12. paragraf bir
başka listeyi belirler: ‘insan hakkı olarak toprak /arazi hakkı, halk
sağlığı, toplu taşıma, temel altyapı, kapasite ve kapasite geliştirme, kamu
ürün ve hizmetlerine erişim – doğal kaynaklar ve finansı da içererek'. Bu
haklar, bireysel ya da kolektif olarak tüm ‘kent sakinleri’ için geçerlidir
ama belirli grupların (yoksullar, hastalar, engelliler ve göçmenler olarak
zikredilen) özel olarak korunmayı hak ettikleri de vurgulanır.
Ancak, kent hakkı ‘kent sakinleri’
içindir diyerek belirsiz bir grubu tanımlamak da belirli savunmasız grupları
sıralamak kadar sorunludur. Haklarından mahrum edilmiş farklı grupları
sıralamadaki problem, her listenin, listelenmeyenleri her zaman dışlamasıdır.
Genelleyici bir kategori olan ‘kent sakinleri’ ile ilgili problem ise, bunun
sivil toplumu temelde türdeş göstermesidir. Buna ilaveten, bu durum, sanki
yoksulluk ve ayrımcılığın sürdürülmesinden sorumlu olan ve bundan kazanç
sağlayan ekonomik ve politik aktörleri sivil toplumun kendisi de içermezmiş
gibi sivil toplumu bir bütün olarak neo-liberal (tahripkâr) güçlerden
korunmaya değer bir görünümde yansıtarak sivil toplumun aslında sınıf ve güç
tarafından derinden bölündüğü gerçeğini de gizlemiş olur.
Buna rağmen, mevcut kentin
sunmakla yükümlü olduğu her şeye erişimi sağlayan bu listelenmiş hakların
tümüyle gerçekleştirilmeleriyle önemli bir ilerlemenin sağlandığı da iddia
edilebilir. Ancak Lefebvreci kent hakkı görüşünün aksine, bu kurumsallaşmış
haklar, sistemi dönüştürmeyi amaçlamadan – ve bu süreçte kendimizi de
dönüştürmeden- sisteme mevcut olduğu haliyle dahil olmaya indirgenir.
Sayılmış haklara dair talepler, neo-liberal politikanın sadece belirli
yönlerini hedef alır. Örnek vermek gerekirse, yoksullukla mücadele hedeflenir
ama yoksulluk ve dışlanmanın altında yatan ve sistematik bir şekilde
yoksulluğu üreten ekonomik sorunlar irdelenmez.
Bu sözleşmeler, aslında iyi kentsel yönetişim ile ilgilenen yerel yönetimler ve STK'lar için başvuru
olarak önerilirler ve ardından, karar almada katılımcılık, yerel yönetimde
şeffaflık ve katılımcı bütçe üzerine çalışmaların yapıldığı ve bu
prensiplerin pratikte nasıl uygulanacaklarının gösterildiği 'Kent
Yönetişiminde Küresel Kampanya’ gibi BM-Habitat kampanyalarında sivil toplumu
kendilerine yandaş yaparlar. Sınırlı bir çerçevede, bu sayılanlar yardımcı
kılavuz bilgiler olarak görülebilir ama kenti yeniden yaratmanın aynı zamanda
bir iktidar mücadelesi olduğu ve bunun (yerel) yönetimlere hatta sosyal
demokrat veya 'sol' olanlara dahi bırakılmaması gerektiği gerçeğinin önemini
hafifserler.
Devlet kurumları ile BM
kurumlarının vasıtasıyla kamusal tanınma, bu taleplerin ve bunları öne süren
hareketlerin etkisini ve belirginliğini arttırırken, ayrıca şu da bir
gerçektir ki süreç içinde, bu sözleşmeler ve aynı zamanda onları tasarlayan
ve teşvik eden koalisyonlar, tartışılan kent hakkının politik içeriğini ve
anlamını değiştirirler. Politik görüşlerin nüanslarını değiştirirler ve bazı
dönüştürücü hareketlerin radikal taleplerini sulandırırlar. Kent hakkının her
iki kavramı da aslında Dünya Sosyal Forumu toplantılarında yer alır fakat
yayınlanan bazı dökümanlar[19] (Unger, 2009),
hakların ne olduğuna zaten vakıf olan ve daha geniş bir birlik –bunun için
bir isim ve sembole ihtiyaçları vardır- oluşturmak isteyen bazı STK ağlarınca
üzerinde uzlaşılan bir yukarıdan-aşağı gündemin kurumsallaşmış versiyonunu
yansıtır.
Bazı gözlemciler bu
apolitikleşmeyi geçmişinde halka dayanmış olan yerelden kaynaklı talebin
küresel siyasi arenaların yüksekliklerine ve daha üst kurumlarına yönelerek
sınıf atlamasına dayandırmaktadır. Ancak, küresel ölçek politikalarının daha
radikal diğer modellerinin tecrübelerine istinaden, militan eylemcilerin
2007’de Heiligendamm ve Rostock’ta yaptığı zirve toplantıları karşıtı
eylemler gibi örnekler de böyle bir ilişkiye meydan okur. Radikallikten
kopuş, eylemlerin sınıf atlamasından ve 1980'lerden bu yana büyüyen muhalif
siyasetin giderek artan önemde bir mücadele alanı olarak toplumsal
hareketlerden STK'lara ve danışmanlık gruplarına evrilmesi gibi nedenlere çok
dayanmaz. STK'lar, devletler ve şirketlere karşı mücadelelerini haklar
üzerinden yürütürler. Bu haklar söyleminin yaygınlaşması her açıdan çeşitli
tuzaklara işaret eder ama özellikle BM organizasyonları veya Dünya Bankası
tarafından desteklenen uluslararası ve ulusüstü STK'ların yer aldığı düzlemde
tuzaklar daha çoktur.
Onların dünya görüşlerine göre,
sivil toplum ağlarının güçlendirilmesi olumlu karşılanır çünkü verimliliği
güçlendirir; içsel potansiyeller ile yerel büyümeyi ileriye götürdüğü için
kentte yaşayanlar ile belediyelerin uyumlu olması iyidir. Bu bakış açısına
göre, yerel özerklikle uluslararası rekabetçilik ve sürdürülebilirlilik ile
ekonomik büyüme arasında uyum sağlanabilir, içinde insani unsur bulunduran
bir neo-liberalizme sahip olunabilir. Bu tabii ki çağımızın en büyük
aldatmacalarından biridir. Bu mistifikasyonu göstermek ve bunun yerine
radikal kent hakkını önermek, yukarıda incelenen günümüzün makro eğilimleri
analizine istinaden mantıklı bir sonuç olarak görülecektir. Kent hakkı bugün
kuşkusuz gündemdedir ve daha önce olmadığı kadar önemli bir yer teşkil
etmektedir; bu mücadelenin içinde yer alacak potansiyel elemanlar her yerde
görünür olmaktadırlar ve beraber olmaları ve birleşmeleri için gitgide daha
iyi olanaklar ortaya çıkmaktadır. Ancak, daha yumuşak bir neo-liberalizmin
meşruiyetini genişletmek için homojen bir sivil toplum kavramı zemininde
belirli haklar söyleminin yararının gösterdiği üzere, yeni ve öznel tuzaklar
ve gizli tehlikeler de mevcuttur. Böyle, kafa karışıklığına sebebiyet veren eğilimler
açık ve radikal bir kent hakkı tanımının önemine bir kez daha işaret
etmektedir.
'Kent hakkı' için bir fırsat ve tehdit olarak küresel kriz
Amerikan finansal sisteminden
başlayarak bütün dünyaya yayılan küresel kriz, 30 yıldır meydana gelen mülksüzleştirmeleri
daha görünür hale getirdi ve böylece ekonomik krizi politik bir meşruiyet
krizine çevirdi. Bununla beraber, karmaşık bir biçimde iç içe giren (ve
Amerikan ipoteklerine ve tüketici borçlarına bağlı olan) yalnızca dünya
ekonomisi değildi[20], kent
hareketlerini de içine alan birçok toplumsal hareket de hızla birbiriyle
bağlı hale geldi. Avrupa boyunca, Atina’dan Kopenhag’a, Reykjavikten Roma’ya,
Paris’ten Londra’ya, Riga’dan Kiev’e[21], şehirler birçok
kez şiddeti de içeren eylemlerle, grevlerle, protestolarla sallandı. 2009
İlkbaharıyla beraber, bu protestolar daha koordineli ve organize bir şekilde
yapılmaya başlandı. 28 Mart’da birçok şehir ‘Sizin Krizinizin Borcunu
Ödemiyoruz’ sloganı altında yapılan eylemlere tanık oldu. Hareket halinde
geçen bir sonraki hafta, G20 zirvesine odaklanan ‘Önce İnsanlar’ sloganı altında,
Avrupa İklim Değişikliği dışında kurulan bir iklim kampını da içine alıyordu
ve bu şekilde krizde olan finansal sistemin karbon kredisi piyasasını yapay
bir biçimde kurarak karbon emilimini azaltmak için kullanılmasına dikkat
çekiyordu. Kamp, küreselleşme hareketinin önemli bir parçasını da içine
alıyordu - sokak partilerinin düzenlendiği geçici bölgeler zirve boyunca
özerk kaldı- rüzgar türbinlerinden gübreleştirilen çöpe ve ademimerkeziyetçi
kararlara, istediğimiz dünyayı canlandıran dönüştürücü bir mekan
yaratılmaktaydı (Ainger, 2009).
ABD şehirleri geçmişte olduğu gibi
derinleşen krize karşı daha faydacı ve ihtiyaç odaklı eylemlerle
karşılaşıyor: çadır kentler ülke boyunca yayıldı (Seattle’da Nickelsville[22], Los Angeles’ın
doğu varoşlarında Ontario[23], Sacramento’da
Irmak Kıyısı Çadır Kenti[24]). Aktivistler ve
destek grupları hacizlere ve terk edilen evlere dikkat çekiyor ya da boş
evlerin önünde eylemler yapıyorlar, aynen evsizler örgütlerinin New York
şehrinde yaptıkları gibi. Ulusal ACORN örgütü ev sahipleri için ve ev
sahiplerini kapı dışarı etmek isteyenlere karşı ‘barınma muhafızları’ adı
altında yerel gruplar oluşturuyor. Başka gruplarsa haciz yerine sınırlı
kooperatifleşmeye (limited equity co-ops) ve kooperatif finansal kurumların
tüketicilere düşük maliyetli hizmetler sunmasını talep ediyorlar (Bkz.
Henwood, 2009). Tek tek şehirlerde düzensiz gösterilerden sonra, 11 Nisan’da
aynı anda 50’den fazla şehirde hükümetin ekonomik krizle baş etme yöntemini
protesto eden ve kamulaştırmayı, yeniden düzenlemeyi ve bankacılık sisteminin
desantralizsyonunu talep eden ulusal eylem günü gerçekleştirildi[25].
Atlantik’in iki kıyısında da,
hükümetlerin bozulan ekonomiye yetersiz tepkisinden sadece küreselleşme
karşıtı hareketler ve genç aktivistler mutsuz değil, büyük kamu kaynaklarının
bankalara peşkeş çekilmesinden ve işçilere ve evleri haczedilen ev
sahiplerine çok az veren hükümetlere kızgın olanlar da yalnızca onlar değil[26]. Birçok grup bu
sistemin gayri meşru bir sistem olduğunu görmeye başlıyor. Hızla yayılan
ekonomik durgunluk, git gide kentsel toplumsal hareketlerin güç kazandığı
kırılma noktalarını pekiştiriyor, neo-liberal büyüme modelinin sürdürülemezliği
ve yıkıcılığı yönünde iddia ve argümanlarını doğruluyor. Böyle bir durum
yapısal olarak adaletsiz ve sömürücü bir sisteme entegrasyona değil,
şehirleri ve şehirlerin karar alma süreçlerini demokratikleştirme üzerine
olan Lefebvreci kent hakkı talebinin büyümesi için yeni bir fırsatı aralıyor.
Şu anda küçük ve radikal hareketler hızla büyüyebilir, aynen 1929 hisse
senedi piyasası çöküşü sonrası birkaç yıl içinde büyüyen güçlü toplumsal
hareketler gibi.
Kent hakkı iddiasında olan
hareketler için şu anda genişleyen bu fırsat git gide istikrarsızlaşan bir
dünya içinde bulunuyor. Günümüzde büyümeye; çevresel, toplumsal ve siyasal
kısıtlar öylesine apaçık ortada ki, dünyanın kaynaklarının paylaşımına ve bu
kararın kimin vereceğine yönelik mücadeleler şiddetlenmekte, şirketlerin
kaynaklar üzerindeki kontrolünü sağlamak ve büyütmek için savaş makineleri
gitgide çoğalmaktadır. Küresel işsizlik 2009’da 50 milyon civarında
beklenirken, Amerikan ulusal bilgi direktörü, küresel ekonomik krizi
terörizmi aşan en büyük tehdit olarak gösteriyor (Schwartz, 2009). Fransız
bakanlar uç sol grupların ‘yeniden doğuşuna’ kaygıyla bakıyor. Potansiyel
sivil kaosu kontrol edip yok edilmesi için hazırlıklar şimdiden yolda (Bkz.
Freier, 2008). Günümüz küresel/kentsel krizinin sonuçlarını siyasallaştırıp
açığa çıkarırken, fırsatları yakalayan hareketler stratejilerini dikkatli bir
şekilde kurmak zorunda olacaklar ve kendi toplumsal meşruiyetlerini kurarken
sıfır-büyüme ekonomileri ve demokratik şehirleri zorlayacaklar.
[1]
Alexander Mitscherlich'in önemli makalesi Die Unwirtlichkeit unserer Städte (Şehirlerimizin Konuksevmezliği) ilk basımı
1965 ve en son yeniden basımı (2008), Bkz. Lamer (1998, s.55)
[2]
Fordist modeli politik, sosyal ve kültürel açıdan reddeden, radikal duruşunu
ortaya çıkaran daha kapsayıcı diğer söylemler (sloganlar): Vogliamo tutto!
Wir wollen alles! (örn; herşeyi istiyoruz!)
[3]
Fainstein ve Fainstein, ABD'de çok daha önce Saul Alinsky'nin örgütlenmelerin
konumlarını fabrikadan mahallelere kaydırdığını göstermişlerdi. (1974, s.
201).
[4]
Yerel solun profiline bağlı olarak ve yerel mücadelelerin biçimine göre,
kiracı, göçmen, kentli inisiyatifleri mücadelelerinde
bazen öz yönetimsel merkez ve dükkanlar, alternatif ve feminist kolektifler,
otonom medya ve haberleşme grupları vb.den oluşan yoğun ağ oluşumları ile
birlikte farklı tipte hareketler ortaya çıkacaktır. Bunlar yeni bir politik
aktörün, kentsel gelişim ve politikalara müdahale edebilen ve buna hazır
olan, kendine güvenen bir kent aktörünün, bel kemiğini oluşturur.
[5] Örneğin, New York Aşağı Doğu Bölgesinde işgalcilerin
toplum örgütlerinin kalkınma etkinliklerine karşı protesto eylemleri ya da
Berlin Stattbau 'da 'alternatif' yenileme kuruluşlarına karşı otonom aktivist
örgütler. (Bkz. Mayer, 1987 b).
[6] Bkz. HipHop sloganı 'banliyöleri bombala' (‘Bomb the
surburbs’) (Wimsatt, 1994).
[7] İçinde bulunduğumuz dönem daha çok 'post neo-libereal'
olarak tanımlanmıştır. (Bkz. Smith, 2008; Brand ve Sekler, 2009).
Neo-liberalizmin girdiği kriz kuvvetli bir şekilde hissedilirken, neo-liberal hakimiyetin üstesinden gelinmeli, yerine
başka bir rejim getirilmeli. Bu rejim, tüm
sosyal ilişkilerin örgütlenmesinde 'pazar ve rekabet düzeninin devamını
sağlayan', tüm toplumsal kesimlerde 'pazar benzeri yönetişim formları'nın
yürürlükte olduğu bir karaktere sahip olmayan bir rejim olmalı. (Demirovic,
2009, s. 46). Her ne kadar neo-liberalizm artık çözümlere sahip değilse de,
istikrarlı ekonomik büyümeyi garanti edemese de ve meşruiyeti sorgulansa da,
hala baskın durumdadır.
[8] İzleyen tartışmanın daha ayrıntılı bir versiyonu için
bkz. Mayer (2007)
[9] Bunu gibi yeni kent merkezlerindeki gösterişli
yatırımlar, spor ve eğlence için mega-projeler, vb. için bkz. Scharenberg ve
Bader'in bu konudaki Berlin'in Medyatik Alemleri hakkındaki makaleleri.
[10] Hartz reformları ( 2002 yılında federal devlet
tarafından Federal İş Bulma Kurumunun modernizasyonuna yönelik öneriler
geliştirmek ve işsizliği azaltma için 'İşgücü Piyasası Hizmetlerinin
Modernizasyonu Komisyonu'nda (Commission on the Modernization of Labor Market
Service) görevlendirilen ve reformların temellendiği tavsiyeleri oluşturan
Volkswagen'in CEO'su ve personel müdürü olan Peter Hartz'ın adıyla anılır.)
2003-2005 yıllarında uygulamaya geçti ve çoğu yoksulluk sınırının altına
düşen yaklaşık 4 milyon insanı etkileyen, Alman sosyal politikası ve işgücü
piyasası politikasındaki değişimin temsilcisi olarak görüldü. Yerel toplumsal
protesto grupları, sendikalar ve mahalli organizasyonlardan oluşan
koalisyonlar, hak alıcılar aleyhine kullanılan daha cezalandırıcı ve cimri
kriterlere karşı gösteri ve mitingler ve aynı zamanda sivil itaatsizlik
çeşidi eylemler düzenlemekteler.
[11]
İtalyan kentlerinde genelde işgal edilen mülklere kurulan 250 üzerinde sosyal
merkez, sosyal, politik ve kültürel etkinliklerin mekanı oldu. Neo-liberal
yönetişimin dışlayıcı etkilerine karşı mücadele ederken, hiyerarşik olmayan
yapılarla doğrudan demokrasi uygulamalarını denediler. (Bkz. Mudu, 2004).
[12] Genel olarak düşük ücretli restoran çalışanı göçmenler,
hizmetliler, gündelikçiler, çamaşırcılar vb. gibi nadiren sendikalar
tarafından örgütlenen gruplara hizmet veriyorlar. Ülke genelinde 134 işçi
merkezi var. Birçoğu yardım amaçlarını işçilere işçilerin kendilerine yardım
edebilmelerini sağlayacak etnisite gibi konularla ilgili ve/veya maaş, sosyal
yardım, çalışma koşulları ve işi tanımak gibi işyerine ilişkin sorunları konu
edinen başka topluluklarla, hukuksal danışma, İngilizce kursu, bilgisayar ya
da diğer iş eğitimleri, işçi hakları eğitimi ve liderlik gelişimi gibi
doğrudan hizmetlerle ilişkilerini sağlamak, şeklinde gerçekleştiriyor. (Leavitt,
2005, s. 10; Fine, 2006; ayrıca bkz. Liss, 2008).
[13] Avrupalılar
tarafından 'alternatif' ya da ‘Küreselleşme Karşıtı Hareket' ve Kuzey
Amerikalılar tarafından 'Küresel Adalet Hareketi' olarak adlandırılan
hareketler, uluslar üstü organizasyonlara örneğin WTO ve İMF ve zirve toplantılarına
(örn. G8) karşı protestolar sırasında bu toplantıların ortaya çıkardığı
politik fırsatlar ve kamusal dikkat çekme fırsatlarını kullanarak ortaya
çıkmıştır. Aynı zamanda Dünya Sosyal Forumu'nun ve ulusal, bölgesel ve yerel
sosyal forumların oluşturduğu 'açık alanda' (open space) yeni uluslararası
aktivizm alanları oluşturdular. İsviçre Davos'da her yıl düzenlenen Dünya
Ekonomik Forumuna eş zamanlı olarak düzenlenen Dünya Sosyal Forumu, dünyanın
her yerinden aktivistlerin neo-liberal ve serbest pazar küreselleşmeciliğine
karşı alternatiflerin tartışılabildiği bir 'açık alan' oluşturmayı sağladı.
Forumlar dünyanın farklı yerlerinde örneğin, Hindistan, Venezuela, Mali,
Pakistan ve Kenya ama daha çok hareketin kurulduğu Brezilyada düzenlendi.
[14] Attac (Association pour la Taxation des Transactions
pour l’aide aux Citoyens), 1998'de Tobin vergilerini dünyada uygulamak için
kurulmuş ve günümüzde Fransa, Almanya ve İsviçre’de yüzlerce yerel üye grubun
bulunduğu sağlam temelleri olan profesyonelleşmiş NGO’lardan oluşan bir ağ
kurmuştur. (Bkz. http://www.attac.org; Escola ve Kolb, 2002). Almanya'daki
Attac üyeleri 2008 çöküşüyle artmış, Mart 2009'da 22,000 üyeye (50,000
civarında da sempatizan) ulaşmıştır. (Lee, 2009, s. 4).
[15]
'kent hakkı
bir feryat ve talep gibidir... Basit bir gelip geçici hak ya da geleneksel
kente dönüş gibi tasavvur edilemez. Yalnızca kentsel yaşam
hakkının dönüştürülmesi ve
yenilenmesi olarak formüle edilebilir... “kentsel” olan, karşılaşmaların
mekanı, kullanım değerinin önceliği, tüm kaynakların arasından en yüce kaynak
olarak terfi ettirilmiş bir zamanın mekana nakşedilmesi oldukça, morfolojik
temelini ve gerçekleşmesinin maddi kılavuzunu bulur. (Lefebvre, 1995, s. 158).
[16] Başlangıçta
bu gibi gruplar Batı Avrupa’da ortaya çıktı, fakat yakın zamanda Zagreb’de
merkezi bir meydanı (Flower Square) lüks, halka açık olmayan ve trafik
yaratacak, yer altı otoparkı olan bir plazaya çevirecek ve çevrede
soylulaşmayı başlatacak olan bir yatırım planını protesto eden bir ‘kent
hakkı’ grubu oluştu. Grup belediye başkanına protesto eden 54,000 imza teslim
ettiğinde, belediye başkanının tepkisi şöyle oldu: dört yıl içerisinde başka
birini seçebilirsiniz, o zamana kadarsa bırakın da işimizi yapalım! (Bkz.
Caldarovic ve Sarinic, 2008). Amerika’daki ‘kent hakkı’ birliği için Bkz.
Leavitt (2008), Liss (2008) ve Perera (2008).
[17] Bu, ilk kez
2002 Şubat’ında bir araya gelen gruplar tarafından, Dünya Sosyal Forumu’nun
desteklediği ‘İnsan Hakkı Olarak Kent Hakkı Dünya Semineri’nde yazıldı.
[18] Detaylı
bilgi UNESCO.org internet sitesinde bulunabilir.
[19] Örneğin
'2009 Dünya Sosyal Forumunda Kentsel Hareketlerinde Uyum Sağlama', bkz.
http://www.hic-net.org/content/ convergencies-wsf2009.pdf
[20]
Neredeyse tüm ülkeler finansal erime ve ekonomik bunalımın aşağı doğru
spiraline kapılmıştı. İhracata bağlı Almanya bile (nispeten finansal olmayan
endüstriyel büyümenin kalesi olarak düşünülür) 2008’in son çeyreğinde %2.1’e
çekilmişti.
[21]
Yunanistan’daki ya da Baltıklardaki olaylar kadar olmasa da, Çin ve Endonezya’da
fabrikalarda grevlerin yaşandığı onlarca protesto yaşandı. (bkz. Schwartz,
2009).
[22] Bu çadır kent Seattle’ın belediye başkanının adını
almıştır, Bkz. ‘A 21st Century Hooverville: Seattle’s Homeless
Population Builds “Nickelsville”’, Democracy Now!, 30 March 2009.
[23]
Bkz. Woltersdorf (2009).
[24] Bkz. Seelye (2009).
[25]
İnternet sitesine Bkz. A New Way Forward http://www.anewwayforward.org/demonstrations/ ve Bkz. Democracy Now! 10 April 2009: ‘Protests Scheduled Across
the Country Calling on Banks to Nationalize, Reorganize, Decentralize
[26] Amerikan hükümeti krize karşı birçoğu borç alınan ya da
yeni basılan trilyonları ipotek altına almıştı. Borç alınan trilyonların çoğu
Afganistan ve Irak savaşlarına harcandı ve açıktır ki bu borçlar geri
ödenemeyecektir. Ortada kesinlikle tutarlı bir plan yok ve elbette
vatandaşların cefasını çekeceği ağır kısıtlamalara karşı duracak ve kanamayı
durduracak veya tırmanan yoksunluktan vatandaşı çıkartacak tutarlı bir tasarı
hiç yok. (Hedges, 2009). İnsanların gözünde, hükümetin verdiği karşılık
yetersizdir çünkü büyük sübvansiyonlarla sistemin son 30 yılındaki
eşitsizlik ve tahliye karakterini temelde yeniden
oluşturmaktadır.
Kaynaklar
Ainger, K. (2009) ‘Once beaten for stating the obvious,
our time has come’, The
Guardian, 26 March.
Brand, U. and Sekler, N. (der.) (2009)
‘Postneoliberalism—a beginning debate’, Development Dialogue 51,
s. 5–13.
Brenner, N. and Theodore, N. (2002) ‘Cities and the
geographies of “actually existing neoliberalism”’, Antipode, 34(3), s. 349–379.
Caldarovic, O. and Sarinic, J. (2008) ‘Inevitability of
gentrification’, paper presented at the ISA Meeting in Barcelona, September.
Castells, M. (1977) The Urban Question. A Marxist Approach. London: Edward Arnold.
Castells, M. (1983) The City and the Grassroots. London: Edward Arnold.
Demirovic, A. (2009) ‘Postneoliberalism and postfordism—is
there a new period in the capitalist mode of production?’,Development Dialogue 51 (January), s. 45–57.
Eskola, K., and Kolb, F. (2002) ‘Attac: Entstehung und
Profil einer globalisierungskritischen Bewegungsorganisation’, in H. Walk and
N. Boehme (der.) Globaler
Widerstand. Internationale Netzwerke auf der Suche nach Alternativen im
globalen Kapitalismus. Münster:
Westfälisches Dampfboot, s. 157–167.
Fainstein, N.I. and Fainstein, S.S. (1974) Urban Political Movements. The
Search for Power by Minority Groups in American Cities. Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall.
Fernandes, E. (2007) ‘Constructing the “right to the city”
in Brazil’, Social
and Legal Studies 16(2), s. 201–219.
Fine, J. (2006) Worker Centers. Organizing Communities at the Edge of the
Dream. Ithaca: ILR Press.
Freier, N. (2008) Known Unknowns: Unconventional ‘Strategic Shocks’ in
Defense Strategy Development. Carlisle,
PA: Strategic Studies Institute, US Army War College, http://
www.StrategicStudiesInstitute.army.mil/
Gough, J. and Eisenschitz, A. (2006) Spaces of Social Exclusion. London: Routledge.
Harvey, D. (2008) ‘The right to the city’, New Left Review 53 (September/October), s. 23–40.
Hedges, C. (2009) ‘Bad news from America’s top
spy’,http://www.truthdig.com/report/item/20090216_bad_news_from_americas_top_spy/
(accessed 17 February 2009).
Henwood, D. (2009) ‘A post-capitalist future is possible’,
The Nation, 13 March, http://www.thenation.com/doc/20090330/henwood
Laimer, C. (2008) ‘Pamphlet für die lebenswerte Stadt’,
derive. Zeitschrift für Stadtforschung 33 (October– December).
Leavitt, J. (2005) ‘Jobs and housing: old programs and new
paradigms’, in V. Eick and J. Sambale (der.) Public Housing and Labor Market
(Re)Integration. Working Paper 3, John F. Kennedy Institute, Freie
Universität Berlin.
Leavitt, J. (2008) ‘Activist intellectuals and the Right
to the City in Los Angeles’, presentation at the conference ‘The Right to the
City: Prospects for Critical Urban Theory and Practice’, Berlin, 6–8
November, http:// www.geschundkunstgesch.tu-berlin.de/
fachgebiet_neuere_geschichte/menue/
veranstaltungen_aktuelles/the_right_to_the_city/ panels/panel_vi/
Lee, F. (2009) ‘Attac gewinnt in der Krise’, Die
Tageszeitung, 28 March, s. 4.
Lefebvre, H. (1995) ‘The Right to the City’, in Writings
on Cities, selected, translated and introduced by E. Kofman and E. Lebas, s.
63–181. Oxford: Blackwell.
Liss, J. (2008) ‘New folks on the historic bloc’,
presentation at the conference ‘The Right to the City: Prospects for Critical
Urban Theory and Practice’, Berlin, 6–8 November, http:// www.geschundkunstgesch.tu-berlin.de/fachgebiet_neuere_geschichte/menue/
veranstaltungen_aktuelles/the_right_to_the_city/ panels/panel_vii/
Lotta Continua (1972) Nehmen wir uns die Stadt.
Klassenanalyse, Organisationspapier, Kampfprogramm. Beiträge der Lotta
Continua zur Totalisierung der Kämpfe. München: Trikont Verlag.
Mayer, M. (1987a) ‘Städtische Bewegungen in USA:
Gegenmacht und Inkorporierung’, Prokla 68(3), s. 73–89.
Mayer, M. (1987b) ‘Staatsknete und soziale Bewegungen’, in
T. Kreuder and H. Loewy (der.) Konservativismus on der Strukturkrise, s. 484–
502. Frankfurt: Suhrkamp.
Mayer, M. (2007) ‘Contesting the neoliberalization of
urban governance’, in H. Leitner, J. Peck and E. Sheppard (eds) Contesting
Neoliberalism: The Urban Frontier, s. 90–115. New York: Guilford Press.
Mudu, P. (2004) ‘Resisting and challenging neoliberalism:
the development of Italian social centers’, Antipode 36(5), s. 917–941.
Perera, G. (2008) ‘Winning the Right to the City in a
neo-liberal world’, presentation at the conference ‘The Right to the City:
Prospects for Critical Urban Theory and Practice’, Berlin, 6–8 November,
http://
www.geschundkunstgesch.tu-berlin.de/fachgebiet_neuere_geschichte/menue/
veranstaltungen_aktuelles/the_right_to_the_city/ panels/panel_vii/
Schwartz, N.D. (2009) ‘Rise in jobless poses threat to
stability worldwide’, New York Times, 15 February.
Seelye, K.Q. (2009) ‘Sacramento and its riverside tent
city’, New York Times, The LEDE, 11 March, http://
thelede.blogs.nytimes.com/2009/03/11/tent-cityreport/? hp
Smith, N. (2008) ‘Neoliberalism is dead, dominant,
defeatable—then what?’, Human Geography 1(2), s. 1–3.
UNESCO Public Debate on ‘Urban Policies and the Right to
the City’, http://portal.unesco.org/shs/en/
ev.php-URL_ID=5648&URK_DO=DO_TOPIC&URL
Unger, K. (2009) ‘“Right to the City” as a response to the
crisis: “convergence” or divergence of urban social
movements?’,http://www.reclaimingspaces. org/crisis/archives/266 (accessed 16
February 2009).
Wimsatt, W.U. (1994) Bomb the Suburbs. Graffiti,
Freight-Hopping, Race, and the Search for Hiphop’s Moral Center. Chicago: The
Subway and Elevated Press.
Woltersdorf, A. (2009) ‘Leben in der Zeltstadt’, Die
Tageszeitung, 1 April, s. 5.
Kaynak: toplumunsehircilikhareketi.org
|