24 Haziran 2012 Pazar

Kentsel Toplumsal Hareketlerin Değişken Sloganları Bağlamında "Kent Hakkı"*

Kentsel Toplumsal Hareketlerin Değişken Sloganları Bağlamında "Kent Hakkı"*




Margit Mayer**
ÖZET
Kent hakkı teriminin günümüz kent hareketlerinde ve ötesinde kazandığı popülariteyi açıklamak için, bu makale terimin çıkışını 2. Dünya Savaşı sonrası siyasi-ekonomik rejimlerinin değişen çerçevesi içerisinde ele alıyor ve sadece Avrupa-Amerika hattında değil bütün dünyadaki kentsel mücadeleleri (değişik anlamlarla da olsa) tanımlayan bir terim olarak ortaya çıkan kent hakkı sloganının farklı versiyonlarını karşılaştırıyor.
Terimin radikal Lefebvreci versiyonunu küresel STK'larca yaygın olarak kullanılan daha apolitik versiyonlarından ayırıyor ve bu 2. versiyonu var olan sistemde katılımcılığı öne koyan taleplerin önünde bir engel olarak görüyor. Sonuç bölümü günümüz kent hakkı hareketlerinin içindeki krizin etkilerini tartışmaya açıyor.
GİRİŞ
Bu çalışma, günümüz kent hareketlerine ve direniş siyasetlerine son 40 yılın makro trendleri bağlamında bakmaktadır çünkü bu trendler ve değişimler hem hareketlerin evrildiği politik çevreyi - şehirler ve siyasal oluşumlar diye düşünebiliriz - hem de hareketlerin kendilerini temelden değiştirmişlerdir. Bu değişim ilk etapta çok yavaş hatta fark edilemeyecek gözükürken, sonrasında geri dönüp baktığımızda son derece büyük etkilerinin olduğu ortaya çıkmıştır. Eğer kent hakkı terimini 'gerçekçi bir politik ideal ve işleyen bir slogan' haline getirmeyi düşünüyorsak, kentsel muhalefetin yönü üzerindeki bu etkileri anlamak çok büyük bir önem arz etmektedir (David Harvey, 2008). Bu amaçla, bu yazı ilk etapta kentsel toplumsal hareketlerin (Avrupa- Kuzey Amerika ekseninde) Fordizmden birçok neo-liberal rejime değişen ilkelerinin izlerini sürecek, hareketlerden yükselen çığlıkları, kentte yaşayan insanların kolektif kimliklerini, hedeflerini ve önceliklerini hatırlatan bildiriler olarak ele alacaktır: yani, her dönemde var olan kentsel dışlanma ve baskıları. Buna dayanarak, ikinci bölümde, günümüz bağlamında ve 1968'in birleştirmeyi başaramadığı talep ve özlemleri (Peter Marcuse’un yoksun ve hoşnutsuzların taleplerini ayırması gibi) bir araya getirme potansiyeli olan kent hakkı sloganı üzerinde, neyin yeni ve farklı olduğunu takdir etmek mümkün olacaktır. Bununla birlikte, günümüz konjonktürü hareketler için sadece yeni fırsatlar açmıyor, aynı zamanda karışık birçok problemi ortaya çıkarıyor ki, bunlardan bazıları 3. bölümde incelenecektir. Açıkçası kent hakkı sloganı kentteki tek yol değil, birbirleriyle çekişme içinde yükselen başka sesler de var; yaratıcı kent ya da yaşanabilir kent, toplumsal olarak karışık kent ve ayrıca rövanşist kent gibi sloganlar, farklı bir kent tahayyülünü oluşturan sloganlardan sadece bir kaçı. Kent hakkı sloganı üzerine katkı adına yapılan bu yazının odak noktası başka bir bariz gerçek üzerinden sorgulanabilir: günümüzün küresel ilişkileri bizi Paris Komününden Mayıs 1968'e kadar geçerli olduğu haliyle kentin ve özellikle küresel Kuzey kentinin, gerçekten hala sosyal değişimin devrimci güçlerinin önkoşullarını barındırıp barındırmadığı konusunu düşünmeye zorluyor. Bu zorlayıcı sorularla uğraşmak yerine, bu yazı (3. bölümünde) kent hakkı sloganı üzerinde yükselen hareketlere odaklanmaktadır ve dolaşımda olan birçok versiyonun olduğunu ve bunların içinde Henri Lefebvre'nin radikal tanımına göre ciddi biçimde anlamı sulandırılmış versiyonlarının olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu sonuç, küresel mali krizle birlikte açılan yeni ufukların kent hakkı hareketini birçok yönden güçlendirirken birçok yönden de tehdit ettiğine işaret ediyor.
Fordizmin Krizinden Neo-liberalizme Kent Hareketleri
Gelişmiş kapitalist ülkeler arasında, kentsel gelişim modelleri gitgide birbirine benzemeye başladı ve kentsel yönetişim şekilleri o kadar birbirine yaklaştı ki kuzey ülkelerinde bu politikalara karşı direnen ve meydan okuyan hattın, birbirlerine benzer süreçleri yaşaması hiç de şaşırtıcı değil.
Geniş tabanlı kentsel hareketlerin ilk dalgası, 60’ların hareketlerinin doğduğu dönemdeki birçok hareket gibi Fordizmin krizine tepki verdi. Konut, kira grevleri, kentsel yenilemeye karşı kampanyalar (şehirleri ciddi anlamda yeniden yapılandıran ve özellikle yoksulları yerinden eden), Alman psikolog Alexander Mitscherlich’in o zamanlar yerinde bir şekilde dediği gibi ‘şehirlerimizin konuksever olmayışı’na[1] karşı duruş (kentin Fordist temelde bölünmesinin ve banliyöleşmenin getirdiği kısırlığı kasteder) etrafında süren mücadeleler ile gençlik ve toplum merkezleri için yapılan mücadelelerin hepsi ilerici bir şekilde; öğrenciler ve 1960’lar ve 70’lerin savaş karşıtı ve sol hareketleri tarafından üretilen ortak düşman düzlemi tarafından ve o dönemki hükümetlerin izin verdiği açık yollar (genel olarak sosyal demokrat bir uzlaşı kalıbı içerisinde) sayesinde siyasallaştırıldı. Protestolar, hatta toplu ulaşım, çocuk bakımı ve diğer kamu hizmetlerindekilere yönelenler bile, toplu tüketim kurumlarının kültürel normlarını, fiyatını, kalitesini ve bu hizmetlerin tasarımlarında söz sahibi olunamamasını konu aldı. 1968’in sloganları (birçoğu Lefebvre’nin çalışmalarından ilham alan, ‘şehri de hayatı da dönüştür’, ‘kaldırımların altında kumsallar vardır’, ‘gerçekçi ol, imkansızı iste!’ sloganları gibi ) zaman içinde güçten düşmüş olsa bile, mücadeleler ilk ortaya çıkışlarında, isyankar orta sınıf öğrencilerini marjinal gruplarla, daha ilerici ve daha demokratik bir toplum kurabilmek için vatandaşlık hakları taleplerinde veya Amerikan emperyalizmine karşı protestolarda, bir araya getirdi.
Hareketlerin ilkeleri o dönemde Avrupa’da daha militanca, (‘haydi şehri ele geçirelim!’, bkz. Lotta Continua, 1972)[2] Kuzey Amerika’da daha faydacıydı (‘toplumun kontrolü’) ve aynı zamanda hareketin militanlarının kompozisyonu da farklıydı: Avrupa’da hareketlere; öğrenciler, gençler ve göçmenler tarafından öncülük edilirken, ABD’de ise daha çok Fordist zenginlikten dışlananlar tarafından oluşmaktaydı, özellikle de Afro-Amerikalılardan. Fakat hem Kuzey Amerika hem de Avrupa hattı boyunca duran ülkeler fabrikadan mahalleye yer değiştiren bir aktivizme tanık oldular. Sol gruplar, İtalya’da Lotta Continua ya da ABD’de SDS/ERAP, devrimci gücü oluşturmada önemli bir yere sahip olan üretken bir alanı keşfettiler.[3] Sınıf mücadelesi alanının üretim alanından, üretici alana hareket ettiğini iddia ederek, mahalle direnişlerini radikalleştirecek ve destekleyecek projeler başlattılar[4]. Mücadele, ortak tüketim alanları söylemi etrafında hareket etti, örneğin alt yapı çalışmaları ve hizmetleri ile iyileştirilmiş toplu tüketim talepleri ilerici alternatif projelerin altyapısına yedirildi.
Kent araştırmacısı Manuel Castells, bu tarz bir pratikten yola çıkarak kentsel toplumsal hareketler anlayışını geliştirdi (Castells, 1977, s. 432). Bu hareketler sadece geç kapitalist toplumların yapısal çelişkilerini ortaya koymakla kalmaz, aynı zamanda sendikalar ve siyasi partiler ile beraber, toplum ve siyasette köklü değişimler yaratabilir. Buradan hareketle, Castells’in kendi kentsel toplumsal hareketler tanımı daha çok normatifti: kentsel toplumsal hareketler, toplu tüketim alanları etrafındaki aktivizmi cemaat kültürü ve siyasi özyönetim mücadeleleri ile birleştirdiklerinde, yani, kentsel anlamları dönüştürebildiklerinde ve kullanım değerleri ile otonom yerel kültürler ve ademimerkeziyetçi katılımcı demokrasiye sahip bir kent oluşturabildiklerinde, kentsel toplumsal hareketler olarak tanımlanabiliyorlardı (Castells, 1983, s. 319–320). Bu dönemde, elbette ki etkin birçok kent hareketi vardı ve hala birbirleri arasında sert ulusal ve bölgesel farklılıklar bulunuyordu.
Kentsel toplumsal hareketlerin ikinci safhası 80'lerin tasarruf politikaları yüzünden ortaya çıktı. Bu politika, ilk aşamalarında Keynezyen refah devleti ve onun sosyal toplumcu kurumlarını geriletmek için sıkı çalışan neo-liberal paradigmaya doğru küresel bir değişikliği başlattı. Bu kurumlar önceki paradigmada alternatif hareketlerin maddi temelini oluşturmaktaydı - çok fazla kabul edilmemiş olsa da. Siyasetin neo-liberalleşmesi, hep bahsi geçen “eski” toplumsal sorunları tekrar kent hareketlerinin ajandasına yerleştirdi: artan işsizlik ve yoksulluk, bir “yeni” ev ihtiyacı, toplu konut mekânlarında yağmalar ve yeni dalga işgaller kent hareketlerinin görünüşünü değiştirirken yerel yönetimler- ki harcamaları artarken mali kısıtlamalarla karşılaşmaktalar- problemlerini çözmek için yaratıcı yollara başvurmaya başladılar.
Bu baskılar, hareketler ile yerel yönetimler arasındaki ilişkilerin yeniden yapılandırılmasına sebep oldu: karşı çıkıştan iş birliğine evrilen bir yapılandırmaya doğru. Yerel yönetimler hem mali problemlerini hem de meşruiyet problemlerini çözmek için mahalle tabanlı örgütlerin kolaylaştırıcı potansiyelini keşfettiler ve yerel hareketler de kendi alternatiflerini sağlam bir şekilde yürürlüğe koyabilmek için stratejilerini “protestodan programa” doğru çevirdiler. Bu dönüşüm, kent ile mahallelerin yeniden canlandırılmaları için oluşturulan yeni nesil kapsamlı bir programla yürürlüğe girdi. Sonuç olarak, kira grevleri ya da otoriteyi rahatsız edecek eylemler yapan (alışkın olduğumuz eylemler) eski karşıt gruplar 80'lerle beraber kendilerince alternatif hizmetler geliştirmeye ve dağıtmaya başladılar. 'Devletin içinde ve devlete karşı' bu etkinlikler toplumsal hareketleri profesyonelleşmeye ve işleyişlerini kurumsallaştırmaya teşvik etti. Ancak, bu gelişme, bu hareketlerin giderek artan rutinleşmiş uzlaşı mekanizmalarının dışında kalan yeni örgütlenmiş gruplardan uzaklaşmalarına da sebep oldu.
Bu durum, bir tarafta gitgide profesyonelleşen ve hizmet dağıtan örgütler, diğer taraftaysa bu düzenlemelerle sorunları çözülemeyen ve gitgide radikalleşen örgütler arasında bir ikilik yarattı.[5] Ek olarak, hareketlerin düzlemi, 80'lerde tam teşekküllü orta sınıf tabanlı hareketlerin birçok değişik taleple oyuna dâhil olmasıyla ve kendilerini siyasi yelpaze boyunca ‘Aman Benim Arka Bahçemde Olmasın’ hareketlerinden, korumacı hatta gerici hareketlerden ilerici hareketlere, ‘Özgür Vatandaşlar İçin Sınır Olamaz!’ hareketinden daha az ilerici bireysel isteklere kadar birçok farklı duruşta konumlandırmalarıyla iyicene karmaşıklaştı. Konut işgalleri devam etti ama burada da bir ikilik oluştu: birçok ilk dalga işgalciler özgürleştirilmiş mekânlarında rahatça yuvalanmışken ve ekonomik olarak güçlenirken, Avrupa’daki yeni işgalciler daha çok ihtiyaç odaklıydı. (Marcuse’un terimiyle, hayallerden çok gerçek talepleri dillendirdiler). Özetle, şehirler bu ikinci fazda çok çeşitli ve çokça bölünmüş tarzda kent protestolarıyla karşılaştılar. Hareketlerin çerçeveleri farklılaşmış parçalara ayrıldı ve bütünleşik bir mücadele için herkesi kucaklayan bir çağrı oluşamadı.
Üçüncü olarak, radikal bir şekilde pazar mekanizmalarına öncelik tanıyan bir rejim (dizginlerinden boşanmış neo-liberalizm), 1990’lardan itibaren daha önceki tasarruf döneminin çelişkilerine yanıt verdi. Kent mekânını geliştirme ve pazar disiplininin arenasına dönüştürme yolundaki neo-liberal zorunluluk, yerel yönetimin baskın projesi olarak sürerken, artık ‘yoksulluk’ yerine ‘sosyal dışlanma’ diye adlandırılan olguyla mücadele mekanizmaları olarak yerel ekonomik gelişim projeleri ve toplum temelli programlar öne çıkarıldı (Brenner ve Theodore, 2002, s. 26–27; Gough ve Eisenschitz, 2006). Böylece, iktisadi rekabetçiliği teşvik için toplumsal, siyasi ve çevresel kriterler ortaya çıktı (ve aynı zamanda yeniden tanımlandı); toplumsal altyapılar, siyasi kültür ve kentin ekolojik temeli mümkün olan her yerde ekonomik kazançlara tahvil edildi. Reform üzerine yeni söylemler (‘refah bağımlılığı’ gibi sonlandırılması gereken ve bunun yerine ‘etkinleştiren devlet’, toplumun yeniden canlandırılması ve sosyal kapital gibi buyur edilmesi gereken) ve ayrıca yeni kurumlar ve aktarım tarzları moda oldu (bütüncül bölge kalkınması, kentsel yeniden canlandırma ve sosyal refahta kamu-özel ortaklıkları gibi ve tüm bunlar halkın sorunlarıyla ilgilenme adına dillendirildi). Bu söylem ve politikalar, bürokratik Keynezciliğin önceki dalga eleştirmenlerini birçok şekilde birleştirdi ve ‘kendine güven’ ve ‘otonomi’ gibi eskiye ait ilerici amaçları ve sloganları ele geçirmede başarılı oldu. Bir yandan da bunları siyaseten gerileyen, bireyselleşmiş ve rekabetçi bir yönde yeniden tanımladı. Önceki hareketlerin dilinin bu şekilde ele geçirilmesiyle, eleştirilerinin enerjileri de yeniden canlandırılmış bir kentsel (veya bölgesel) büyüme makinesinin geliştirilmesine koşuldu.
Bu yeni kentsel kalkınma politikaları ile ifade ettikleri sosyal hakların fiilen aşınmaya uğramaları sonucu hareketin alanı daha da parçalandı: bir yandan, kendilerini ve şiddetli kentsel rekabetin etkilerinden elde ettikleri her çeşit ayrıcalıklarını korumaya yönelen yeni korumacı hareketleri tetikledi, öte yandan kentin kimin kenti olması gerektiği üzerine mücadeleleri siyasallaştırdı. Bu onyılın içinde New York, Paris, Amsterdam, Berlin ve daha sonra İstanbul ve Zagrep kentlerinde, soylulaştırma karşıtı mücadele dalgaları tekrar-tekrar ortalığı silip süpürdü ve ‘Yupi pisliği geber’ gibi sloganlar kelimenin tam anlamı ile küresel oldu.[6] ‘Sokakları geri al’ ve anti-küresel hareketin benzeri yerel örgütlenmeleri ‘Başka bir Dünya Mümkün’ sloganı ile ‘Başka bir Kent Mümkün’ sloganlarını popülerleştirdi.
Daha önce değilse de, 2001’in dot.com krizinden beri, esnekliklerini dünyanın her yerindeki kentsel gelişmelerin borçlarını finanse etmek için kullanan finans pazarlarının birleşmesiyle, kentleşmenin küreselleştiği yeni bir dördüncü evrenin içindeyiz (Harvey, 2008, s.30). Ekonomik gelişme hızlarının durgunlaşmaya başladığı bu evrede, (veya Avrupa-Kuzey Amerika merkezi gibi gelişmenin hala var olduğu ama bunun işsizlikle birlikte olduğu yerlerde) keskinleşen toplumsal bölünmeler, toplumsal-mekânsal kutuplaşmaların artması ile belirginleşirken, sosyal güvenlik sistemlerinin yeniden yapılandırılması ile sosyal yardımların doğrudan yapılması (ç.n. welfare) yerine, işsizlerin bu yardımlardan yararlanmaları için geçici işlerde çalışma ya da çeşitli işgücü eğitim programlarına katılmaları şartlarına bağlanması ilkesi (ç.n. workfare) benimsenmiştir.[7] Yeni kentsel, toplumsal ve işgücüne yönelik pazar politikaları, kentteki sınıfaltını işgücü pazarlarına (düşük kaliteli) doğru ‘harekete geçirmekle’ kalmamış, aynı zamanda birçok (önceki) toplumsal hareketi de etkilemiştir. Bu hareketler, yerel toplumsal programlar ile istihdam veya toplumsal kalkınma programları uygulamakta ve giderek kendilerini yeniden üretmektedirler - ve birçok kimse tarafından toplumsal dışlanma ile mücadelede rakip (kamu veya özel) herhangi bir kuruluştan daha başarılı bulunmaktadırlar. Ancak, bu kuruluşların toplulukları örgütleyerek harekete geçirme yetenekleri yıpranmıştır. Kendilerini, var olan koşullar altında yapılabileceklere kısıtladıklarından, birçoğu, önceye ait ‘kendi geleceğini tayin eden kent’ hayallerini ve hatta özgürleşmiş mahalleler hayalini toprağa gömmüştür. Bu tarz toplum temelli hizmet aktarımı ve kalkınma kuruluşlarıyla kontrat yapan yerel yönetimler, giderek daha çok sorumluluk ve riskin ortaya çıkması ve bütçelerinin geçmişte hiç olmadığı kadar daralması ile müthiş bir baskı altına girmiştir.
Bu gelişmeler toplumsal mücadelenin mekânını birçok yönden kısıtlamış ve daraltmıştır. Ancak, en az üç meseleye karşı toplumsal muhalefet devam etmiştir, bunların her biri kentsel yönetimin neo-liberalleşmesinin şu veya bu çeşidine karşı çıkar:[8] neo-liberal kentsel yönetimin önemli bir şekli büyüme politikalarının baskın modelinden yürür. Bu, şirketleşen kentsel kalkınmanın modellerini, amaçlarını ve etkilerini sorgulayan hareketlerden protestoların yükselmesine neden olmuştur;[9] bu akımlar, kamusal mekânın ticarileşmesine, kentsel mekânda gözetimin ve polis faaliyetinin artmasına ve küresel rekabette kentlerin kendilerini müteşebbis faaliyetlerle pazarlamalarına ve aynı zamanda bu büyüme politikalarının dışında kalan mahallelerin göz ardı edilmesine karşı mücadele ederler. Bir diğer muhalefet çizgisi, toplumsal /işgücü koalisyonları ve (göçmen) işçi hakları kuruluşlarında giderek daha sık bir araya gelir; toplumsal politikalar ve işgücü pazarı politikalarının neo-liberalleştirilmelerine ve refah devletinin yıkılmasına muhalif hareketlenmeyi ateşler ve toplumsal adalet için çalışır. Bunlar, Almanya’da Anti-Hartz[10] yerel hareketi, İtalya’da Toplum Merkezleridir.[11] ABD’de ise, çalışma sahası ve mahalle örgütlenmesini sosyal haklar kuruluşları ve sendikalarla yeni koalisyonlarda buluşturarak gerçekleştiren ve her an işten çıkarılma riski altındakilerle işsizlerin taleplerini birleştiren işçi merkezleridir.[12] Üçüncü bir muhalefet çizgisi küreselleşmenin ‘aşağı inerek’ kendini gerçekleştirdiği ve küresel meselelerin yerelleştiği alana yönelen ulus aşırı ve anti-küresel hareketlerin[13] ‘yerel’ olanı yani kendi kentlerini keşfettikleri çizgidir. Bu hareketler, sadece IMF, DTM, Dünya Bankası, AB, G8, vb. gibi uluslararası kurumların demokratikleşmelerini talep etmez, özelleştirme ve sosyal hakların ihlali gibi meselelerin aslında onları dünya üzerinde diğer hareketlere bağladığını da keşfederek, kentlerdeki kamu hizmetlerini ve kurumları korumak için de örgütlenir. Sadece, küresel şirketler, yatırımcılar ve müteahhitler şeklindeki küresel neo-liberalizme hücum etmekle kalmaz, ( Reclaim the Streets’in, 1 Mayıs protestolarında Avrupa’daki merkezi iş bölgelerinde sembolik olarak organize ettiği eylemlilikler ve sokak partilerinde olduğu gibi), ortak neo-liberal gündemi uygulamaya yardımcı olan müteşebbis yerel yönetimlere de saldırır. Bu küresel adalet hareketleri, örneğin ‘Başka bir New York Mümkün!’ü talep etmek için memleketlerine ‘Başka bir Dünya Mümkün’ sloganını getirirler. Social Fora veya Attac[14] gibi organizasyonlar ‘küresel adalet’ mesajını yerel düzeyde ele alarak, sosyal yardımların kesilmesine karşı ve göçmenler ve aynı zamanda 'workfare' emekçilerinin hakları için mücadele yürütürler. Ayrıca, yerel sendikalar, sosyal hizmet kuruluşları ve kiliseler ile ittifaklar kurarlar. Bölgesel ve ulus ötesi çeşitli ağlara bağlı, geniş bir yelpazede yer alan yerel, az çok militan, anarşist, otonom sol gruplar, karşı-zirvelerde, sadece eylemleri bloke etmek ve miting düzenlemek için buluşmaz, ulusal ve uluslararası yoldaşlarıyla deneyim ve fikir alışverişinde bulunmak ve ayrıca gelecekte gerçekleştirecekleri ortak sivil itaatsizlik eylemleri ile diğer eylemleri planlamak ve koordine etmek için de bir araya gelir. Finansal krizin çıkışından beri bu hareketler yükselen sayılarda gençliği kendilerine çekmektedir. Eğitim sistemleri ve kamusal altyapılar dağılırken bu gençlerin temiz bir geleceğe olan umutları da aşınır ve protestolarını ‘bankalara para, çocuklara kurşun’ (sadece Atina’da değil) sloganıyla ortaya koyarlar. Bu hareketler, giderek sadece protesto şeklinde oluşmaz, neo-liberalizmin bu meşruiyet krizi zamanlarında iktidar üzerine demokratik talepler -sayılarından, yoğunluktan ve sıklıktan güç alarak - şeklinde de gelişir.
Böylece kentin neo-liberalleşmesi, ilerici kentsel hareketler için birçok yönden daha düşmanca bir çevre yaratırken, kentsel protesto için daha küresel bir anlayışa da yer açmış ve kentsel hareketlerin bir kısmını ‘Kent Hakkı’ sloganının şemsiyesi altında yenilenmiş bir birleşmeyle üretmiştir.
‘Kent Hakkı’ ve bugünkü kentsel durum
Kent Hakkı sloganı bugün capcanlı, cismani bir eylem çeşidi olmuştur. Giderek, daha fazla kent sakini grubunun uzun zamandır alışageldikleri haklarının aşındığını görmesiyle, bu talep önemli meseleleri birleştiren ve yoğunlaştıran bir talebe dönüşmüştür. Mülksüzleştirme yoluyla birikim, bugüne dek görülmemiş düzeylere ulaşmış; bu da haklar - medeni, siyasi ve aynı zamanda ekonomik haklar- bakımından muazzam kayıpları beraberinde getirmiştir. Varsıl ile yoksul mahallelerin sanki görünmez bariyerlerle giderek ayrıştığı kentler, kapalı güvenlikli sitelere ve özelleştirilmiş kamusal alanlara dönüşmüş, kentin eskiden herkese açık olan hizmetleri ile tesislerinden faydalanma yoksullar için gitgide kısıtlanmıştır. Aynı zamanda, bugün yukarıda sayılan üç muhalif çizgide etkin olan değişik hareketler, bir yandan yoksun ve dışlanmış grupları, öte yandan anti-neo-liberal ve küresel adalet gruplarını 1968’in aksine bir araya getirmişlerdir. 1968’de ‘yoksunluk’ ve ‘memnuniyetsizlik’, önemli harekete geçirici kuvvetler olmalarına rağmen henüz birleştirilememişlerdi. Ayrıca, sözde birinci dünya metropollerindeki mücadeleler ile özelleştirme, spekülasyon, tahliye ve yerinden etmeye karşı savaşın daha da fazla var olduğu küresel Güney kentleri arasındaki bağlantılar oldukça somutlaşmıştır: hatta çoğu kez yerinden etme ve tahliyelerden sorumlu olanlar aynı müteahhitler ve aynı küresel şirketlerdir. Sosyal Forum süreci vasıtasıyla son sekiz yılın diyalog, bilgi paylaşımı ve kolektif eylemi ile Heiligendamm/Rostock’da (G8 toplantısı 2007) veya Londra’da (G20 toplantısı 2009) olduğu gibi, anti-küresel hareketin karşı-zirve toplantıları kullanılarak ortak deneyimler ve özelleştirme ve mülksüzleştirme karşıtı çeşitli mücadelelerdeki ortak noktalar irdelenmiştir. Bu bağlamda, aktivistlerce yankılanan ‘Kent Hakkı’ sloganı, kentten kimin yararlanması gerektiği ve kentin ne çeşit bir kent olması gerektiği ihtilafında bir cepheyi örgütleyerek çatısı altına alan, mantığı anlaşılabilir bir talep ve bayrak olur. Peter Marcuse ve David Harvey kent hakkını adalet, etik, fazilet ve iyiliğin temel ilkeleri üzerine inşa edilmiş bir ahlaki talep olarak tanımlarlar- günümüzün adli süreci yoluyla yaptırımı olan hukuki bir talep olarak değil.
Ancak aslında, dışarıda, gerçek dünyada bulunan hareketler bu talebe değişik şekillerde başvururlar. Bir tarafta, kentleşmeyi, toplumun ve gündelik hayatın sermaye yoluyla dönüşmesi olarak tanımlayan Lefebvrian görüşten[15] temellenirler. Bu dönüşüme karşı Lefebvre toplumsal ve siyasi eylem yoluyla haklar yaratmaya çalıştı: sokak ve sokağa talepler bu hakları belirlemektedir. Bu yönüyle kent hakkı hukuki/adli bir haktan ziyade varsıl ve güçlünün iddialarına kafa tutan muhalif bir taleptir. Peter Marcuse’un bir zamanlar dediği gibi, bir yeniden dağıtım hakkıdır, tüm insanlar için değil, ondan yoksunlar ve ona ihtiyacı olanlar için. Ve insanlar (ve kent) onu sahiplendikçe yaşayacak bir haktır. 1968’in Paris’inde Lefebvre’in keşfetmek istediği ve çağdaş dünyadan ABD’deki Kent Hakkı Birliği ile tüm Avrupa’da benzer kentsel hareketlerin referans aldığı böyle devrimci bir sahiplenmedir[16].
Aynı zamanda, Kent Hakkı, bazı farklı çağrışımlarla olsa da, uluslararası STK’lar ve hukuki danışmanlık kuruluşlarıyla birlikte önemli bir hareket gücü kazanmıştır. Çeşitli uluslararası ve ulus üstü siyasi ağlar ile Habitat gibi BM programlarından destek alan uluslararası kuruluşların da içinde bulunduğu uluslararası STK’lar tarafından, ‘Kent Gündemleri’ geliştirilmiştir. 2003’te UNESCO’yla beraber bazı uluslararası insan hakları grupları, İnsan Hakkı Olarak Dünya Kent Hakkı Sözleşmesi’ni ortaya koydular.[17] 2004’te Habitat Uluslararası Koalisyonu (http:// www.hic-net.org/) diğer organizasyonlarla birlikte Kent Hakkı ile ilgili sözleşmenin taslağını Quito’daki Latin Amerika Sosyal Forumu’nda ve Barselona’daki 2. Dünya Kent Forumu’nda sundu. 2005’te Porto Alegre’de düzenlenen Dünya Sosyal Forumu sırasında Dünya Kent Hakkı Sözleşmesi kabul edildi.[18] Çeşitli çabalar ile deklarasyonlar arasında uyum sağlamak amacıyla, BM Habitat (www.unhabitat.org) ve UNESCO, ‘Kent Politikaları ve Kent Hakkı’ üzerine çalışan sürekli bir Çalışma Grubu vasıtasıyla 2005 yılında bir kamuoyu tartışması başlattılar; bu amaçla UNESCO’nun Paris’teki merkezinde veya Montreal ve Barcelona belediyelerinde düzenli yıllık toplantılar yaptılar. BM-Habitat ile UNESCO, Uluslararası Sosyal Bilimler Kurulu (ISSC) ve uluslararası STK’lar ile birlikte, merkezi aktörler arasında – bu aktörlere önemleri nedeniyle belediyeleri de dâhil ederek- sürdürülebilir, adil ve demokratik kentler garanti eden politikalarda fikir birliği sağlamaya çalışmaktadırlar. Latin Amerika’daki kentlerde, bu gibi sözleşmeler (ya da bölümleri) geniş çapta yaygınlaştı; hatta Brezilya’da kolektif kent hakkını tanımak için Brezilya Anayasa’sına 2001’de bir kent yasası dâhil edildi. (bkz. Fernandes, 2007). Bu çeşit bir ‘kent hakkı’ gündemini dayatan kuruluşlar, katılımcı belediye bütçesi gibi bazı öğelerin zaten uygulandığını - sadece Porto Alegre’de değil dünya üzerinde en az 70 kentte- dile getirmekteler. Dahası, yerel halka ücretsiz internet girişi sağlayarak dijital demokrasiyi uygulayan Bolonya’ya veya BM-Habitat’ın yardımlarıyla Latin Amerika ve Karayipler’de kurulan gençlik yönetimlerine de dikkat çekmekteler.
Tüm bu hükümler ve sözleşmeler, kentsel gelişme ile sosyal adalet ve hakkaniyet arasında bir şekilde bağ kurarak, kamu politikası ile yasamayı etkilemeyi amaçlarlar. Kent politikalarının merkezine yatırımcılar ve geliştiriciler yerine ‘bizim en savunmasız kent sakinlerimiz’i alma çabalarında, ilerici kentsel politikanın koruması gereken belirli hakları sıralarlar. Böylece, belirli haklar (sadece kent hakkı değil) için özel mücadelelere atıfta bulunurlar ve İlk Sözleşme'nin metninde olduğu üzere ‘bir yığın mevcut insan hakkı ve bunlarla ilişkili devlet yükümlülüklerini - ki kapsamları nedeniyle yerel yönetimler de burada taraftır -’, birleştirirler (7. paragraf). Kent Hakkı Sözleşmesinin 11. paragrafına göre kent hakkı:
‘uluslararası kabul edilmiş insan hakları olarak barınma, sosyal güvence, çalışma, uygun koşullarda yaşam, tatil, bilgi edinme, kurumlar ve bağımsız kuruluşlar kurma ve onlara üye olma, gıda ve su, mülksüzleştirilmekten korunma, katılım ve özgür ifade, sağlık, eğitim, kültür, özel yaşam ve güvenlik, güvenli ve sağlıklı bir çevre hakkını içermektedir.’
Buna ilaveten, 12. paragraf bir başka listeyi belirler: ‘insan hakkı olarak toprak /arazi hakkı, halk sağlığı, toplu taşıma, temel altyapı, kapasite ve kapasite geliştirme, kamu ürün ve hizmetlerine erişim – doğal kaynaklar ve finansı da içererek'. Bu haklar, bireysel ya da kolektif olarak tüm ‘kent sakinleri’ için geçerlidir ama belirli grupların (yoksullar, hastalar, engelliler ve göçmenler olarak zikredilen) özel olarak korunmayı hak ettikleri de vurgulanır.
Ancak, kent hakkı ‘kent sakinleri’ içindir diyerek belirsiz bir grubu tanımlamak da belirli savunmasız grupları sıralamak kadar sorunludur. Haklarından mahrum edilmiş farklı grupları sıralamadaki problem, her listenin, listelenmeyenleri her zaman dışlamasıdır. Genelleyici bir kategori olan ‘kent sakinleri’ ile ilgili problem ise, bunun sivil toplumu temelde türdeş göstermesidir. Buna ilaveten, bu durum, sanki yoksulluk ve ayrımcılığın sürdürülmesinden sorumlu olan ve bundan kazanç sağlayan ekonomik ve politik aktörleri sivil toplumun kendisi de içermezmiş gibi sivil toplumu bir bütün olarak neo-liberal (tahripkâr) güçlerden korunmaya değer bir görünümde yansıtarak sivil toplumun aslında sınıf ve güç tarafından derinden bölündüğü gerçeğini de gizlemiş olur.
Buna rağmen, mevcut kentin sunmakla yükümlü olduğu her şeye erişimi sağlayan bu listelenmiş hakların tümüyle gerçekleştirilmeleriyle önemli bir ilerlemenin sağlandığı da iddia edilebilir. Ancak Lefebvreci kent hakkı görüşünün aksine, bu kurumsallaşmış haklar, sistemi dönüştürmeyi amaçlamadan – ve bu süreçte kendimizi de dönüştürmeden- sisteme mevcut olduğu haliyle dahil olmaya indirgenir. Sayılmış haklara dair talepler, neo-liberal politikanın sadece belirli yönlerini hedef alır. Örnek vermek gerekirse, yoksullukla mücadele hedeflenir ama yoksulluk ve dışlanmanın altında yatan ve sistematik bir şekilde yoksulluğu üreten ekonomik sorunlar irdelenmez.
Bu sözleşmeler, aslında iyi kentsel yönetişim ile ilgilenen yerel yönetimler ve STK'lar için başvuru olarak önerilirler ve ardından, karar almada katılımcılık, yerel yönetimde şeffaflık ve katılımcı bütçe üzerine çalışmaların yapıldığı ve bu prensiplerin pratikte nasıl uygulanacaklarının gösterildiği 'Kent Yönetişiminde Küresel Kampanya’ gibi BM-Habitat kampanyalarında sivil toplumu kendilerine yandaş yaparlar. Sınırlı bir çerçevede, bu sayılanlar yardımcı kılavuz bilgiler olarak görülebilir ama kenti yeniden yaratmanın aynı zamanda bir iktidar mücadelesi olduğu ve bunun (yerel) yönetimlere hatta sosyal demokrat veya 'sol' olanlara dahi bırakılmaması gerektiği gerçeğinin önemini hafifserler.
Devlet kurumları ile BM kurumlarının vasıtasıyla kamusal tanınma, bu taleplerin ve bunları öne süren hareketlerin etkisini ve belirginliğini arttırırken, ayrıca şu da bir gerçektir ki süreç içinde, bu sözleşmeler ve aynı zamanda onları tasarlayan ve teşvik eden koalisyonlar, tartışılan kent hakkının politik içeriğini ve anlamını değiştirirler. Politik görüşlerin nüanslarını değiştirirler ve bazı dönüştürücü hareketlerin radikal taleplerini sulandırırlar. Kent hakkının her iki kavramı da aslında Dünya Sosyal Forumu toplantılarında yer alır fakat yayınlanan bazı dökümanlar[19] (Unger, 2009), hakların ne olduğuna zaten vakıf olan ve daha geniş bir birlik –bunun için bir isim ve sembole ihtiyaçları vardır- oluşturmak isteyen bazı STK ağlarınca üzerinde uzlaşılan bir yukarıdan-aşağı gündemin kurumsallaşmış versiyonunu yansıtır.
Bazı gözlemciler bu apolitikleşmeyi geçmişinde halka dayanmış olan yerelden kaynaklı talebin küresel siyasi arenaların yüksekliklerine ve daha üst kurumlarına yönelerek sınıf atlamasına dayandırmaktadır. Ancak, küresel ölçek politikalarının daha radikal diğer modellerinin tecrübelerine istinaden, militan eylemcilerin 2007’de Heiligendamm ve Rostock’ta yaptığı zirve toplantıları karşıtı eylemler gibi örnekler de böyle bir ilişkiye meydan okur. Radikallikten kopuş, eylemlerin sınıf atlamasından ve 1980'lerden bu yana büyüyen muhalif siyasetin giderek artan önemde bir mücadele alanı olarak toplumsal hareketlerden STK'lara ve danışmanlık gruplarına evrilmesi gibi nedenlere çok dayanmaz. STK'lar, devletler ve şirketlere karşı mücadelelerini haklar üzerinden yürütürler. Bu haklar söyleminin yaygınlaşması her açıdan çeşitli tuzaklara işaret eder ama özellikle BM organizasyonları veya Dünya Bankası tarafından desteklenen uluslararası ve ulusüstü STK'ların yer aldığı düzlemde tuzaklar daha çoktur.
Onların dünya görüşlerine göre, sivil toplum ağlarının güçlendirilmesi olumlu karşılanır çünkü verimliliği güçlendirir; içsel potansiyeller ile yerel büyümeyi ileriye götürdüğü için kentte yaşayanlar ile belediyelerin uyumlu olması iyidir. Bu bakış açısına göre, yerel özerklikle uluslararası rekabetçilik ve sürdürülebilirlilik ile ekonomik büyüme arasında uyum sağlanabilir, içinde insani unsur bulunduran bir neo-liberalizme sahip olunabilir. Bu tabii ki çağımızın en büyük aldatmacalarından biridir. Bu mistifikasyonu göstermek ve bunun yerine radikal kent hakkını önermek, yukarıda incelenen günümüzün makro eğilimleri analizine istinaden mantıklı bir sonuç olarak görülecektir. Kent hakkı bugün kuşkusuz gündemdedir ve daha önce olmadığı kadar önemli bir yer teşkil etmektedir; bu mücadelenin içinde yer alacak potansiyel elemanlar her yerde görünür olmaktadırlar ve beraber olmaları ve birleşmeleri için gitgide daha iyi olanaklar ortaya çıkmaktadır. Ancak, daha yumuşak bir neo-liberalizmin meşruiyetini genişletmek için homojen bir sivil toplum kavramı zemininde belirli haklar söyleminin yararının gösterdiği üzere, yeni ve öznel tuzaklar ve gizli tehlikeler de mevcuttur. Böyle, kafa karışıklığına sebebiyet veren eğilimler açık ve radikal bir kent hakkı tanımının önemine bir kez daha işaret etmektedir.
'Kent hakkı' için bir fırsat ve tehdit olarak küresel kriz
Amerikan finansal sisteminden başlayarak bütün dünyaya yayılan küresel kriz, 30 yıldır meydana gelen mülksüzleştirmeleri daha görünür hale getirdi ve böylece ekonomik krizi politik bir meşruiyet krizine çevirdi. Bununla beraber, karmaşık bir biçimde iç içe giren (ve Amerikan ipoteklerine ve tüketici borçlarına bağlı olan) yalnızca dünya ekonomisi değildi[20], kent hareketlerini de içine alan birçok toplumsal hareket de hızla birbiriyle bağlı hale geldi. Avrupa boyunca, Atina’dan Kopenhag’a, Reykjavikten Roma’ya, Paris’ten Londra’ya, Riga’dan Kiev’e[21], şehirler birçok kez şiddeti de içeren eylemlerle, grevlerle, protestolarla sallandı. 2009 İlkbaharıyla beraber, bu protestolar daha koordineli ve organize bir şekilde yapılmaya başlandı. 28 Mart’da birçok şehir ‘Sizin Krizinizin Borcunu Ödemiyoruz’ sloganı altında yapılan eylemlere tanık oldu. Hareket halinde geçen bir sonraki hafta, G20 zirvesine odaklanan ‘Önce İnsanlar’ sloganı altında, Avrupa İklim Değişikliği dışında kurulan bir iklim kampını da içine alıyordu ve bu şekilde krizde olan finansal sistemin karbon kredisi piyasasını yapay bir biçimde kurarak karbon emilimini azaltmak için kullanılmasına dikkat çekiyordu. Kamp, küreselleşme hareketinin önemli bir parçasını da içine alıyordu - sokak partilerinin düzenlendiği geçici bölgeler zirve boyunca özerk kaldı- rüzgar türbinlerinden gübreleştirilen çöpe ve ademimerkeziyetçi kararlara, istediğimiz dünyayı canlandıran dönüştürücü bir mekan yaratılmaktaydı (Ainger, 2009).
ABD şehirleri geçmişte olduğu gibi derinleşen krize karşı daha faydacı ve ihtiyaç odaklı eylemlerle karşılaşıyor: çadır kentler ülke boyunca yayıldı (Seattle’da Nickelsville[22], Los Angeles’ın doğu varoşlarında Ontario[23], Sacramento’da Irmak Kıyısı Çadır Kenti[24]). Aktivistler ve destek grupları hacizlere ve terk edilen evlere dikkat çekiyor ya da boş evlerin önünde eylemler yapıyorlar, aynen evsizler örgütlerinin New York şehrinde yaptıkları gibi. Ulusal ACORN örgütü ev sahipleri için ve ev sahiplerini kapı dışarı etmek isteyenlere karşı ‘barınma muhafızları’ adı altında yerel gruplar oluşturuyor. Başka gruplarsa haciz yerine sınırlı kooperatifleşmeye (limited equity co-ops) ve kooperatif finansal kurumların tüketicilere düşük maliyetli hizmetler sunmasını talep ediyorlar (Bkz. Henwood, 2009). Tek tek şehirlerde düzensiz gösterilerden sonra, 11 Nisan’da aynı anda 50’den fazla şehirde hükümetin ekonomik krizle baş etme yöntemini protesto eden ve kamulaştırmayı, yeniden düzenlemeyi ve bankacılık sisteminin desantralizsyonunu talep eden ulusal eylem günü gerçekleştirildi[25].
Atlantik’in iki kıyısında da, hükümetlerin bozulan ekonomiye yetersiz tepkisinden sadece küreselleşme karşıtı hareketler ve genç aktivistler mutsuz değil, büyük kamu kaynaklarının bankalara peşkeş çekilmesinden ve işçilere ve evleri haczedilen ev sahiplerine çok az veren hükümetlere kızgın olanlar da yalnızca onlar değil[26]. Birçok grup bu sistemin gayri meşru bir sistem olduğunu görmeye başlıyor. Hızla yayılan ekonomik durgunluk, git gide kentsel toplumsal hareketlerin güç kazandığı kırılma noktalarını pekiştiriyor, neo-liberal büyüme modelinin sürdürülemezliği ve yıkıcılığı yönünde iddia ve argümanlarını doğruluyor. Böyle bir durum yapısal olarak adaletsiz ve sömürücü bir sisteme entegrasyona değil, şehirleri ve şehirlerin karar alma süreçlerini demokratikleştirme üzerine olan Lefebvreci kent hakkı talebinin büyümesi için yeni bir fırsatı aralıyor. Şu anda küçük ve radikal hareketler hızla büyüyebilir, aynen 1929 hisse senedi piyasası çöküşü sonrası birkaç yıl içinde büyüyen güçlü toplumsal hareketler gibi.
Kent hakkı iddiasında olan hareketler için şu anda genişleyen bu fırsat git gide istikrarsızlaşan bir dünya içinde bulunuyor. Günümüzde büyümeye; çevresel, toplumsal ve siyasal kısıtlar öylesine apaçık ortada ki, dünyanın kaynaklarının paylaşımına ve bu kararın kimin vereceğine yönelik mücadeleler şiddetlenmekte, şirketlerin kaynaklar üzerindeki kontrolünü sağlamak ve büyütmek için savaş makineleri gitgide çoğalmaktadır. Küresel işsizlik 2009’da 50 milyon civarında beklenirken, Amerikan ulusal bilgi direktörü, küresel ekonomik krizi terörizmi aşan en büyük tehdit olarak gösteriyor (Schwartz, 2009). Fransız bakanlar uç sol grupların ‘yeniden doğuşuna’ kaygıyla bakıyor. Potansiyel sivil kaosu kontrol edip yok edilmesi için hazırlıklar şimdiden yolda (Bkz. Freier, 2008). Günümüz küresel/kentsel krizinin sonuçlarını siyasallaştırıp açığa çıkarırken, fırsatları yakalayan hareketler stratejilerini dikkatli bir şekilde kurmak zorunda olacaklar ve kendi toplumsal meşruiyetlerini kurarken sıfır-büyüme ekonomileri ve demokratik şehirleri zorlayacaklar.


[1] Alexander Mitscherlich'in önemli makalesi Die Unwirtlichkeit unserer Städte (Şehirlerimizin Konuksevmezliği) ilk basımı 1965 ve en son yeniden basımı (2008), Bkz. Lamer (1998, s.55)
[2] Fordist modeli politik, sosyal ve kültürel açıdan reddeden, radikal duruşunu ortaya çıkaran daha kapsayıcı diğer söylemler (sloganlar): Vogliamo tutto! Wir wollen alles! (örn; herşeyi istiyoruz!)
[3] Fainstein ve Fainstein, ABD'de çok daha önce Saul Alinsky'nin örgütlenmelerin konumlarını fabrikadan mahallelere kaydırdığını göstermişlerdi. (1974, s. 201).
[4] Yerel solun profiline bağlı olarak ve yerel mücadelelerin biçimine göre, kiracı, göçmen, kentli inisiyatifleri mücadelelerinde bazen öz yönetimsel merkez ve dükkanlar, alternatif ve feminist kolektifler, otonom medya ve haberleşme grupları vb.den oluşan yoğun ağ oluşumları ile birlikte farklı tipte hareketler ortaya çıkacaktır. Bunlar yeni bir politik aktörün, kentsel gelişim ve politikalara müdahale edebilen ve buna hazır olan, kendine güvenen bir kent aktörünün, bel kemiğini oluşturur.
[5] Örneğin, New York Aşağı Doğu Bölgesinde işgalcilerin toplum örgütlerinin kalkınma etkinliklerine karşı protesto eylemleri ya da Berlin Stattbau 'da 'alternatif' yenileme kuruluşlarına karşı otonom aktivist örgütler. (Bkz. Mayer, 1987 b).
[6] Bkz. HipHop sloganı 'banliyöleri bombala' (‘Bomb the surburbs’) (Wimsatt, 1994).
[7] İçinde bulunduğumuz dönem daha çok 'post neo-libereal' olarak tanımlanmıştır. (Bkz. Smith, 2008; Brand ve Sekler, 2009). Neo-liberalizmin girdiği kriz kuvvetli bir şekilde hissedilirken, neo-liberal hakimiyetin üstesinden gelinmeli, yerine başka bir rejim getirilmeli. Bu rejim, tüm sosyal ilişkilerin örgütlenmesinde 'pazar ve rekabet düzeninin devamını sağlayan', tüm toplumsal kesimlerde 'pazar benzeri yönetişim formları'nın yürürlükte olduğu bir karaktere sahip olmayan bir rejim olmalı. (Demirovic, 2009, s. 46). Her ne kadar neo-liberalizm artık çözümlere sahip değilse de, istikrarlı ekonomik büyümeyi garanti edemese de ve meşruiyeti sorgulansa da, hala baskın durumdadır.
[8] İzleyen tartışmanın daha ayrıntılı bir versiyonu için bkz. Mayer (2007)
[9] Bunu gibi yeni kent merkezlerindeki gösterişli yatırımlar, spor ve eğlence için mega-projeler, vb. için bkz. Scharenberg ve Bader'in bu konudaki Berlin'in Medyatik Alemleri hakkındaki makaleleri.
[10] Hartz reformları ( 2002 yılında federal devlet tarafından Federal İş Bulma Kurumunun modernizasyonuna yönelik öneriler geliştirmek ve işsizliği azaltma için 'İşgücü Piyasası Hizmetlerinin Modernizasyonu Komisyonu'nda (Commission on the Modernization of Labor Market Service) görevlendirilen ve reformların temellendiği tavsiyeleri oluşturan Volkswagen'in CEO'su ve personel müdürü olan Peter Hartz'ın adıyla anılır.) 2003-2005 yıllarında uygulamaya geçti ve çoğu yoksulluk sınırının altına düşen yaklaşık 4 milyon insanı etkileyen, Alman sosyal politikası ve işgücü piyasası politikasındaki değişimin temsilcisi olarak görüldü. Yerel toplumsal protesto grupları, sendikalar ve mahalli organizasyonlardan oluşan koalisyonlar, hak alıcılar aleyhine kullanılan daha cezalandırıcı ve cimri kriterlere karşı gösteri ve mitingler ve aynı zamanda sivil itaatsizlik çeşidi eylemler düzenlemekteler.
[11] İtalyan kentlerinde genelde işgal edilen mülklere kurulan 250 üzerinde sosyal merkez, sosyal, politik ve kültürel etkinliklerin mekanı oldu. Neo-liberal yönetişimin dışlayıcı etkilerine karşı mücadele ederken, hiyerarşik olmayan yapılarla doğrudan demokrasi uygulamalarını denediler. (Bkz. Mudu, 2004).
[12] Genel olarak düşük ücretli restoran çalışanı göçmenler, hizmetliler, gündelikçiler, çamaşırcılar vb. gibi nadiren sendikalar tarafından örgütlenen gruplara hizmet veriyorlar. Ülke genelinde 134 işçi merkezi var. Birçoğu yardım amaçlarını işçilere işçilerin kendilerine yardım edebilmelerini sağlayacak etnisite gibi konularla ilgili ve/veya maaş, sosyal yardım, çalışma koşulları ve işi tanımak gibi işyerine ilişkin sorunları konu edinen başka topluluklarla, hukuksal danışma, İngilizce kursu, bilgisayar ya da diğer iş eğitimleri, işçi hakları eğitimi ve liderlik gelişimi gibi doğrudan hizmetlerle ilişkilerini sağlamak, şeklinde gerçekleştiriyor. (Leavitt, 2005, s. 10; Fine, 2006; ayrıca bkz. Liss, 2008).
[13] Avrupalılar tarafından 'alternatif' ya da ‘Küreselleşme Karşıtı Hareket' ve Kuzey Amerikalılar tarafından 'Küresel Adalet Hareketi' olarak adlandırılan hareketler, uluslar üstü organizasyonlara örneğin WTO ve İMF ve zirve toplantılarına (örn. G8) karşı protestolar sırasında bu toplantıların ortaya çıkardığı politik fırsatlar ve kamusal dikkat çekme fırsatlarını kullanarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda Dünya Sosyal Forumu'nun ve ulusal, bölgesel ve yerel sosyal forumların oluşturduğu 'açık alanda' (open space) yeni uluslararası aktivizm alanları oluşturdular. İsviçre Davos'da her yıl düzenlenen Dünya Ekonomik Forumuna eş zamanlı olarak düzenlenen Dünya Sosyal Forumu, dünyanın her yerinden aktivistlerin neo-liberal ve serbest pazar küreselleşmeciliğine karşı alternatiflerin tartışılabildiği bir 'açık alan' oluşturmayı sağladı. Forumlar dünyanın farklı yerlerinde örneğin, Hindistan, Venezuela, Mali, Pakistan ve Kenya ama daha çok hareketin kurulduğu Brezilyada düzenlendi.
[14] Attac (Association pour la Taxation des Transactions pour l’aide aux Citoyens), 1998'de Tobin vergilerini dünyada uygulamak için kurulmuş ve günümüzde Fransa, Almanya ve İsviçre’de yüzlerce yerel üye grubun bulunduğu sağlam temelleri olan profesyonelleşmiş NGO’lardan oluşan bir ağ kurmuştur. (Bkz. http://www.attac.org; Escola ve Kolb, 2002). Almanya'daki Attac üyeleri 2008 çöküşüyle artmış, Mart 2009'da 22,000 üyeye (50,000 civarında da sempatizan) ulaşmıştır. (Lee, 2009, s. 4).
[15] 'kent hakkı bir feryat ve talep gibidir... Basit bir gelip geçici hak ya da geleneksel kente dönüş gibi tasavvur edilemez. Yalnızca kentsel yaşam hakkının dönüştürülmesi ve yenilenmesi olarak formüle edilebilir... “kentsel” olan, karşılaşmaların mekanı, kullanım değerinin önceliği, tüm kaynakların arasından en yüce kaynak olarak terfi ettirilmiş bir zamanın mekana nakşedilmesi oldukça, morfolojik temelini ve gerçekleşmesinin maddi kılavuzunu bulur. (Lefebvre, 1995, s. 158).
[16] Başlangıçta bu gibi gruplar Batı Avrupa’da ortaya çıktı, fakat yakın zamanda Zagreb’de merkezi bir meydanı (Flower Square) lüks, halka açık olmayan ve trafik yaratacak, yer altı otoparkı olan bir plazaya çevirecek ve çevrede soylulaşmayı başlatacak olan bir yatırım planını protesto eden bir ‘kent hakkı’ grubu oluştu. Grup belediye başkanına protesto eden 54,000 imza teslim ettiğinde, belediye başkanının tepkisi şöyle oldu: dört yıl içerisinde başka birini seçebilirsiniz, o zamana kadarsa bırakın da işimizi yapalım! (Bkz. Caldarovic ve Sarinic, 2008). Amerika’daki ‘kent hakkı’ birliği için Bkz. Leavitt (2008), Liss (2008) ve Perera (2008).
[17] Bu, ilk kez 2002 Şubat’ında bir araya gelen gruplar tarafından, Dünya Sosyal Forumu’nun desteklediği ‘İnsan Hakkı Olarak Kent Hakkı Dünya Semineri’nde yazıldı.
[18] Detaylı bilgi UNESCO.org internet sitesinde bulunabilir.
[19] Örneğin '2009 Dünya Sosyal Forumunda Kentsel Hareketlerinde Uyum Sağlama', bkz. http://www.hic-net.org/content/ convergencies-wsf2009.pdf
[20] Neredeyse tüm ülkeler finansal erime ve ekonomik bunalımın aşağı doğru spiraline kapılmıştı. İhracata bağlı Almanya bile (nispeten finansal olmayan endüstriyel büyümenin kalesi olarak düşünülür) 2008’in son çeyreğinde %2.1’e çekilmişti.
[21] Yunanistan’daki ya da Baltıklardaki olaylar kadar olmasa da, Çin ve Endonezya’da fabrikalarda grevlerin yaşandığı onlarca protesto yaşandı. (bkz. Schwartz, 2009).
[22] Bu çadır kent Seattle’ın belediye başkanının adını almıştır, Bkz. ‘A 21st Century Hooverville: Seattle’s Homeless Population Builds “Nickelsville”’, Democracy Now!, 30 March 2009.
[23] Bkz. Woltersdorf (2009).
[24] Bkz. Seelye (2009).
[25] İnternet sitesine Bkz. A New Way Forward http://www.anewwayforward.org/demonstrations/ ve Bkz. Democracy Now! 10 April 2009: ‘Protests Scheduled Across the Country Calling on Banks to Nationalize, Reorganize, Decentralize
[26] Amerikan hükümeti krize karşı birçoğu borç alınan ya da yeni basılan trilyonları ipotek altına almıştı. Borç alınan trilyonların çoğu Afganistan ve Irak savaşlarına harcandı ve açıktır ki bu borçlar geri ödenemeyecektir. Ortada kesinlikle tutarlı bir plan yok ve elbette vatandaşların cefasını çekeceği ağır kısıtlamalara karşı duracak ve kanamayı durduracak veya tırmanan yoksunluktan vatandaşı çıkartacak tutarlı bir tasarı hiç yok. (Hedges, 2009). İnsanların gözünde, hükümetin verdiği karşılık yetersizdir çünkü büyük sübvansiyonlarla sistemin son 30 yılındaki eşitsizlik ve tahliye karakterini temelde yeniden oluşturmaktadır.
Kaynaklar
Ainger, K. (2009) ‘Once beaten for stating the obvious, our time has come’, The Guardian, 26 March.
Brand, U. and Sekler, N. (der.) (2009) ‘Postneoliberalism—a beginning debate’, Development Dialogue 51, s. 5–13.
Brenner, N. and Theodore, N. (2002) ‘Cities and the geographies of “actually existing neoliberalism”’, Antipode, 34(3), s. 349–379.
Caldarovic, O. and Sarinic, J. (2008) ‘Inevitability of gentrification’, paper presented at the ISA Meeting in Barcelona, September.
Castells, M. (1977) The Urban Question. A Marxist Approach. London: Edward Arnold.
Castells, M. (1983) The City and the Grassroots. London: Edward Arnold.
Demirovic, A. (2009) ‘Postneoliberalism and postfordism—is there a new period in the capitalist mode of production?’,Development Dialogue 51 (January), s. 45–57.
Eskola, K., and Kolb, F. (2002) ‘Attac: Entstehung und Profil einer globalisierungskritischen Bewegungsorganisation’, in H. Walk and N. Boehme (der.) Globaler Widerstand. Internationale Netzwerke auf der Suche nach Alternativen im globalen Kapitalismus. Münster: Westfälisches Dampfboot, s. 157–167.
Fainstein, N.I. and Fainstein, S.S. (1974) Urban Political Movements. The Search for Power by Minority Groups in American Cities. Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall.
Fernandes, E. (2007) ‘Constructing the “right to the city” in Brazil’, Social and Legal Studies 16(2), s. 201–219.
Fine, J. (2006) Worker Centers. Organizing Communities at the Edge of the Dream. Ithaca: ILR Press.
Freier, N. (2008) Known Unknowns: Unconventional ‘Strategic Shocks’ in Defense Strategy Development. Carlisle, PA: Strategic Studies Institute, US Army War College, http://
www.StrategicStudiesInstitute.army.mil/
Gough, J. and Eisenschitz, A. (2006) Spaces of Social Exclusion. London: Routledge.
Harvey, D. (2008) ‘The right to the city’, New Left Review 53 (September/October), s. 23–40.
Hedges, C. (2009) ‘Bad news from America’s top spy’,http://www.truthdig.com/report/item/20090216_bad_news_from_americas_top_spy/ (accessed 17 February 2009).
Henwood, D. (2009) ‘A post-capitalist future is possible’, The Nation, 13 March, http://www.thenation.com/doc/20090330/henwood
Laimer, C. (2008) ‘Pamphlet für die lebenswerte Stadt’, derive. Zeitschrift für Stadtforschung 33 (October– December).
Leavitt, J. (2005) ‘Jobs and housing: old programs and new paradigms’, in V. Eick and J. Sambale (der.) Public Housing and Labor Market (Re)Integration. Working Paper 3, John F. Kennedy Institute, Freie Universität Berlin.
Leavitt, J. (2008) ‘Activist intellectuals and the Right to the City in Los Angeles’, presentation at the conference ‘The Right to the City: Prospects for Critical Urban Theory and Practice’, Berlin, 6–8 November, http:// www.geschundkunstgesch.tu-berlin.de/ fachgebiet_neuere_geschichte/menue/ veranstaltungen_aktuelles/the_right_to_the_city/ panels/panel_vi/
Lee, F. (2009) ‘Attac gewinnt in der Krise’, Die Tageszeitung, 28 March, s. 4.
Lefebvre, H. (1995) ‘The Right to the City’, in Writings on Cities, selected, translated and introduced by E. Kofman and E. Lebas, s. 63–181. Oxford: Blackwell.
Liss, J. (2008) ‘New folks on the historic bloc’, presentation at the conference ‘The Right to the City: Prospects for Critical Urban Theory and Practice’, Berlin, 6–8 November, http:// www.geschundkunstgesch.tu-berlin.de/fachgebiet_neuere_geschichte/menue/ veranstaltungen_aktuelles/the_right_to_the_city/ panels/panel_vii/
Lotta Continua (1972) Nehmen wir uns die Stadt. Klassenanalyse, Organisationspapier, Kampfprogramm. Beiträge der Lotta Continua zur Totalisierung der Kämpfe. München: Trikont Verlag.
Mayer, M. (1987a) ‘Städtische Bewegungen in USA: Gegenmacht und Inkorporierung’, Prokla 68(3), s. 73–89.
Mayer, M. (1987b) ‘Staatsknete und soziale Bewegungen’, in T. Kreuder and H. Loewy (der.) Konservativismus on der Strukturkrise, s. 484– 502. Frankfurt: Suhrkamp.
Mayer, M. (2007) ‘Contesting the neoliberalization of urban governance’, in H. Leitner, J. Peck and E. Sheppard (eds) Contesting Neoliberalism: The Urban Frontier, s. 90–115. New York: Guilford Press.
Mudu, P. (2004) ‘Resisting and challenging neoliberalism: the development of Italian social centers’, Antipode 36(5), s. 917–941.
Perera, G. (2008) ‘Winning the Right to the City in a neo-liberal world’, presentation at the conference ‘The Right to the City: Prospects for Critical Urban Theory and Practice’, Berlin, 6–8 November, http:// www.geschundkunstgesch.tu-berlin.de/fachgebiet_neuere_geschichte/menue/ veranstaltungen_aktuelles/the_right_to_the_city/ panels/panel_vii/
Schwartz, N.D. (2009) ‘Rise in jobless poses threat to stability worldwide’, New York Times, 15 February.
Seelye, K.Q. (2009) ‘Sacramento and its riverside tent city’, New York Times, The LEDE, 11 March, http:// thelede.blogs.nytimes.com/2009/03/11/tent-cityreport/? hp
Smith, N. (2008) ‘Neoliberalism is dead, dominant, defeatable—then what?’, Human Geography 1(2), s. 1–3.
UNESCO Public Debate on ‘Urban Policies and the Right to the City’, http://portal.unesco.org/shs/en/ ev.php-URL_ID=5648&URK_DO=DO_TOPIC&URL
Unger, K. (2009) ‘“Right to the City” as a response to the crisis: “convergence” or divergence of urban social movements?’,http://www.reclaimingspaces. org/crisis/archives/266 (accessed 16 February 2009).
Wimsatt, W.U. (1994) Bomb the Suburbs. Graffiti, Freight-Hopping, Race, and the Search for Hiphop’s Moral Center. Chicago: The Subway and Elevated Press.
Woltersdorf, A. (2009) ‘Leben in der Zeltstadt’, Die Tageszeitung, 1 April, s. 5.
Kaynak: toplumunsehircilikhareketi.org