29 Haziran 2012 Cuma

Marksizm, Konut Sorunu Ve “Kentsel Dönüşüm”

I. Giriş
Kentsel dönüşüm uygulamalarının önümüzdeki süreçte işçi sınıfı, emekçiler ile sermaye arasındaki çatışmanın temel başlıklarından birisini oluşturacağı görülüyor. Bu çatışmada devrimci ve komünist güçlerin halkla kuracağı bağ ve onlara önderlik etmede göstereceği yetenek saldırıya karşı ne kadar güçlü bir bent oluşturulacağının da ölçütü olacaktır. Aynı süreç devrimci güçlerin işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam alanlarında kendilerini yeniden örgütleyebilmesinin birçok olanağını açığa çıkaracaktır.
Saldırının çok yönlü olarak kavranması, devrimci güçlerin bu çelişki etrafında nerede ve nasıl konumlanacaklarına da ışık tutacaktır. Tartışacağımız tüm konular kentsel dönüşüm saldırısını ve ona karşı yürütülecek mücadeleyi daha anlaşılır kılmayı amaçlamaktadır. Ve bütün bu açıklamaların aslında konuya henüz bir “giriş” özelliği taşıdığı belirtilmelidir. Çünkü saldırının sonuçları, planlı ve kapsamlı niteliğiyle sermaye tarafından belirlense de esas olarak sınıf mücadelesinin dolaysız pratiğiyle şekillenecektir.
II. Marksizm ve Konut Sorunu
Kentlerin oluşumu ve gelişiminin uzun ve sancılı bir geçmişi olsa da asıl büyük gelişimi kapitalist üretim tarzının ortaya çıkmasıyla gerçekleşmiştir. Kentler genel olarak üretim ilişkileri içerisinde belirlenmektedirler. Ağırlıklı olarak sanayi üretiminin ihtiyaçlarına göre şekillenen ve zamanla devasa boyutlara oluşan kentler, kapitalist üretim ilişkilerinin bir aynası gibidir. Sermaye kendini sürekli olarak büyütebilmek için emeği de kendine çeker. Kapitalist üretim için vazgeçilmez bir zorunluluk olan işgücü, üretim merkezlerinde, başka bir deyişle de kapitalist merkezler etrafında yoğunlaşır. Şehirler üretim merkezleri olarak büyürken yeni üretim alanları da hızla şehirleşirler. Bu sürecin temel itici gücü sanayi kapitalizminin gelişimidir.
Kapitalist üretimin ihtiyaç duyduğu işgücü kaynağının hazır bulunabilmesi için, işçi sınıfına üretim merkezlerine yakın yerlerde -kent içerisinde veya çevresinde- konut olanağının sağlanması gerekir. İşçi konutları ister burjuvazi tarafından planlı bir şekilde oluşturulsun isterse işçinin kendisi tarafından inşa edilsin her durumda bu emeğin yeniden üretiminin ve dolayısıyla ücretin bir parçasıdır. Belli bir kent veya bölgede işçilerin konut ihtiyacının giderilmesi geçici ve kısmi bir çözümdür. Ancak kapitalizmin dengesiz gelişimi, aşırı üretim krizleri, rekabet, konut spekülasyonları ve sınıf mücadelesinin dolaylı ve dolaysız etkileri konut sorununu artırarak devam ettirir. En başından itibaren sanayi merkezleri olarak gelişen kentlerde konut darlığı daha az görülür. Kapitalizmde ilk konut krizleri ağırlıkla kırlardan koparılan kitlelerin kente yığınsal göçüyle başlar. Çoğunluğu baraka ve kulübe özelliği gösteren işçi meskenlerinin hızla büyüyen kentin ortasında kalmasıyla yıkımlar gündeme gelir. Bu duruma genellikle yeni işçi konutlarının inşa edilmemesi, kira ve konut spekülasyonları (pahalılık) eşlik eder ve işçi sınıfı tam bir sefalet içerisine sürüklenir. Bu süreç işçi sınıfını ekonomik olduğu kadar fiziksel ve manevi olarak da çökertir. Konut darlığı en yoğun olarak işçi sınıfını etkiler ancak Engels’in de belirttiği gibi, bu kötülük belli bir düzeye geldiğinde konut sorununa ekonomik bir ayarlama yapılması zorunludur. Sermaye, emek olmadan kendini var edip büyütemez ve genel kural olarak emeğin (işçi sınıfının) artı-değer üretebilir bir konumda tutulması gerekir.
Engels, “Konut Sorunu” adlı eserinde Proudhon’cu görüşlere karşı polemik yürütürken konut sorununda hem büyük burjuva hem de küçük burjuva çözümlerinin esasının işçinin kendi meskenine sahip olması olduğunu belirtir. Engels, işçinin kendi konutuna sahip olması görüşüne eleştirel bir yaklaşım sergiler. Ona göre, geniş çapta sanayinin şartları altında konut, bahçe, tarla mülkiyeti ve oturulan yerde çalışma garantisi, işçi sınıfının büyük engeli olarak kalmayıp ücretlerin eşi görülmedik şekilde aşağıya çekilmesinin de esas nedenidir. Bugün dahi tartışma konusu olan sözkonusu yaklaşımın daha iyi anlaşılabilmesi için Engels’in ele aldığı tarihsel ve coğrafi koşullara daha yakından bakmak gereklidir. Bunun için kaynağımız yine Engels olacaktır.
Manifaktür ve küçük çaplı üretimden büyük sanayiye hızla geçiş sürecindeki Almanya’da, ileri düzeyde konut sorunu baş göstermektedir. Almanya dünya pazarlarında geç görünmüş ve henüz İngiltere ve Fransa gibi daha ileri kapitalist rakipleriyle rekabet edebilecek durumda değildir. Ev gereksinmeleri için bahçecilik ya da küçük tarımın yanı sıra yürütülen kırsal ev sanayi, Alman ihracatının ve dolayısıyla yeni büyük sanayinin de geniş tabanını oluşturmaktadır. Alman köylülerinin artan gereksinmeleri ve sanayinin genel durumu kırsal ev sanayisini genişlemeye zorlamakta, İngiltere ve Fransa’nın aksine sanayiyi tüm ülkeye yaymaktadır. Sanayinin göreli düşük düzeyi bu yayılmaya olanak sağlamaktadır. Engels, Almanya’nın dünya pazarında küçük mal üretimindeki rekabet gücünü koruyan temel olarak, ücretlerin çok düşük olması ve dolayısıyla ihraç mallarının olağanüstü ucuzluğunu belirtmektedir. Ücretlerin düşük olmasını ve büyük sanayiye geçişle birlikte işçi sınıfını tam bir sefalete sürükleyen koşulları ise esas olarak Alman işçi sınıfının yalnızca kendi meskenine değil tarla ya da bahçeye sahip olmasına bağlamaktadır. Güvenli zilyet hakkı gereği kiracı olanlar dahi belli bir ev ve bahçe garantisine sahiptir ve bu en çok Almanya’da görülmektedir. Rekabet sayesinde kapitalist, ailenin bahçe ve tarladan kazandığı kadarını işgücünün fiyatından düşürebilmekte ve işçilere en düşük ücreti kabul ettirebilmektedir. İşçi kabul etmek zorundadır. Aksi halde hiçbir şey alamayacak ve kendi tarım ürünleriyle de geçinemeyecektir. Diğer yandan sahip oldukları ev, bahçe ya da tarla mülkiyeti onları oldukları yere zincirlemekte, başka yerde iş aramalarını engellemektedir. Bu durum büyük kent işçilerinin ücretlerini de değerinin altına düşürerek genel ücret düzeyini aşağılara çekmektedir.
Daha önceki tarihsel aşamada işçilerin göreli gönencinin temeli olan şey yani tarım ve sanayi bileşimi; ev, bahçe ve tarla mülkiyeti güvencesi, bu aşamada artık bir engel ve şansızlık, ücretlerin eşi görülmemiş düşüklüğünün temeli haline gelir. İşçiler bireysel üretim yöntemine ve el emeğine zincirlenirler. Bu durum onları entelektüel ve siyasal olarak da körleştirir. Engels, sözkonusu işçilerin durumunu açıklamak için hiçbir fabrika işçisinin yavaş ama emin bir şekilde açlıktan ölen kırsal ev dokumacısıyla yer değiştirmek istemeyeceğini vurgular.
Alman üretiminin belirleyici dalı haline gelen ve Alman köylülerini köklü değişimlere uğratan kırsal ev sanayi ve imalatın kendisi daha ileri bir değişikliğin de hazırlık aşamasıdır. Fabrika ve makine üretimine geçiş onu da yıkacaktır. Bu ise, Alman küçük köylülerinin yarısının mülksüzleştirilmesi, toplumun en kararlı ve tutucu olanının devrimin yuvası olması demektedir. Oysa ev mülkiyeti ve aynı zamanda ev sahibi yapma görüşü onu kendi özel kapitalistine ve yarı-feodal biçime zincirlemekten başka bir şey değildir. Diğer yandan Alman sanayisinin sözkonusu geniş tabanı ve hızlı gelişimi, işçi sınıfı hareketinin Almanya’da başarıya ulaşmasını olanaklı kılacak koşulları yaratmaktadır.
Ve bu tarihsel koşullar içerisinde Almanya’da o ana kadar güçlü olan küçük burjuva sosyalizmi, “emekçi sınıfların kalkındırılmasından” ve “işçileri kendi meskenlerinin sahipleri haline dönüştürmekten” bahsetmektedir. Oysa Engels, kapitalizmin tahlilinden ortaya çıkan tespitler ve verdiği örneklerle, kapitalistlerin konut sorununu köklü olarak çözemeyeceğini, konut sahibi olmanın işçi sınıfının sefaletini engellemediği gibi onun aleyhine sonuçlar doğurabildiğini belirtmekte ve şimdiki üretim ilişkileri içerisinde bu sorunun sürekli olarak yeniden ortaya çıktığını açıklamaktadır. Dolayısıyla sadece proletaryaya özgü bir sıkıntı olmayıp bütün ezilen sınıfları kapsayan konut sorununa son vermek için sömürü ve ezilmeyi bütünüyle yok etmek gerekmektedir. Bu da ancak bütün üretim araçlarını toplumsal mülk haline getirecek olan sosyal bir devrimle mümkündür. Küçük burjuva sosyalistleri de görünüşte bunu kabul etmektedir. Fakat onlara göre bu uzak gelecekte mümkün olabilecek bir şeydir. Dolayısıyla da günümüz için ancak toplumsal yamamaya başvurulabilecektir. Bütün bu polemiklerin sonunda açığa çıkıyor ki, konut sorunu etrafında ortaya çıkan tartışmanın özü; kapitalizmin ortaya çıkardığı sorunları yamamaya çalışmak ile kapitalizmi bütünüyle ortadan kaldırmak arasındadır. Başka bir deyişle tartışma, reformizm (“toplumsal reform için pratik öneriler”[1]) ile devrim arasındadır.
Engels, asıl olarak emeği sermayeye daha da bağımlı hale getiren ev ve bahçe mülkiyetini sorgulamaktadır. Ancak işçi sınıfını sermayeye zincirleyen etkenler sadece bahsedilen koşullarla sınırlı değildir. Kırdan koparılarak kentlere yığılan proleter kitleler, feodal-dinsel aidiyetleri ile kırsal kültür ve geleneklerini yaşam alanlarında farklı şekillerde devam ettirirler. Dayanışma ve ikame yöntemleriyle ilgili olsa da bu aynı zamanda sınıf bilincinin oluşumuna ket vuran etkenlerden biri haline gelir.
Marks ve Engels, kentleri tartışırken onu ikili karakteriyle; olumlu ve olumsuz yanlarıyla birlikte ele alırlar. Kentin gelişimini kırla karşılaştırarak feodal üretim ilişkileri içerisinde köylülerin mekânsal ayrılığı, kırsal yaşamın ahmaklığı, biraraya gelme ve örgütlenme konusunda oluşan engellere değinirler. Oysa şehirler işçi sınıfını üretim içerisinde biraraya toplamakta, onlara aynı sömürü ve sefalet koşullarını yaşatmaktadır. Bu durum sınıf bilincinin oluşumunda ve örgütlenmede önemli avantajlar sunmaktadır. Sınıf bilincinin oluşumunda, işçi sınıfının özgüven kazanması ve örgütlenmesinde üretim alanları kadar yaşam alanları da önemli roller sunar.
Sömürü ve sefalet kendini sadece üretim alanında göstermez. İşçi sınıfı bu baskı ve sömürüyü hem fabrika ve atölyelerde hem de yaşam alanlarında birlikte yaşar ve paylaşır. İşçi sınıfının ortak hareket edebilmesindeki en önemli etken olarak bu özdeşlik öne çıkar. Toplumsal kesimler arasındaki sınıfsal ayrılık yerleşim alanlarında da mekânsal ayrılık olarak kendini gösterir. Gerek pislik ve sefalet gerekse yalıtılmışlık işçi sınıfının yaşam alanlarını karakterize eder. Fakat sözkonusu yalıtılmışlık, kontrolden görece uzaklığı da beraberinde getirerek özgün örgütlenmelere olanak sağlar. İşçi kulüpleri, dernekler ve daha birçok ad altında işçiler bir araya gelir, işyerindeki ve yaşam alanlarındaki sorunlarını, mücadele yollarını tartışırlar.
Şehirler ve özel olarak emekçilerin yoğunlaştığı yaşam alanları aynı zamanda işgücünün yeniden üretim alanlarıdır. Asgari yaşam ihtiyaçları karşılanarak işçinin üretim sürecine hazır bulundurulması ve aynı zamanda yeni nesil işçilerin (çocukların) yetiştirilmesi, işçiye ödenen ücreti belirleyen temel zorunluluktur. Aynı zorunluluk kentsel hizmetlerin şekillenmesinde de geçerlidir. Sermayenin emeğe duyduğu ihtiyaç, işgücünün yeniden üretiminde devlete de yeni görevler yüklemiştir. Kuşkusuz devletin yeni görevler üstlenmek zorunda kalması işçi sınıfının yürüttüğü mücadeleden kopuk olmamış tersine onun güç ve etkinliğine bağlı olarak artmıştır. İlerleyen süreçte, sermayenin ihtiyaçlarına paralel olarak, devletin bu talepleri geriye iterek kazanılmış hakları tırpanlamaya başlaması kentsel düzeyde çelişkileri de geliştirmiştir. Diğer yandan sermayenin gelişimi ve şehirlerin çok daha büyük boyutlar kazanmasıyla birlikte, şehirlerin pazar ve tüketim merkezleri olarak üstlendiği roller de büyüme gösterir. Aynı zamanda kentin kendisi sermaye birikiminde yeni roller kazanarak sınıfsal çelişkilerin çeperinde kente özgü çelişkileri de geliştirir.
III. Kapitalizm ve Kent; Temel Yaklaşımlar[2]
Marks ve Engels’te ağırlıkla üretimin ve işçi sınıfı mücadelesinin gerçekleştiği mekân olarak ele alınan kentler, özellikle 1960’lardan sonra değişik tartışmaların konusu haline gelir. Bunlar içerisinde Henri Lefebvre’nin yaklaşımı en dikkat çekicisidir. Kentsel mekânın keşfinin kapitalizmin 20. yüzyılı görebilmesinde büyük bir rol oynadığını belirten Lefebvre, kent mekânının “sermayenin sermayesi” olma işlevine dikkat çeker. “Günümüzde üretimin analizi göstermiştir ki, şeylerin (metaların) mekânda üretiminden mekânın kendisinin (meta olarak) üretimine geçmiş bulunuyoruz” diye belirten Lefebvre, kapitalizmin, soyut ve değişim değerini öne çıkaran mekân anlayışına karşı somut ve kullanım değerini vurgulayan bir yaklaşımı savunmaktadır. Yeniden üretim ve günlük yaşam alanındaki çelişkileri önemseyen Lefebvre, bunun üretim alanındaki mücadele ve örgütlerin uzun solukluluğunu taşımadığının da farkındadır. Ona göre, bu tür mücadeleler ancak sosyalist mücadelenin bir parçası haline getirilebildiği ölçüde daha radikal ve uzun soluklu olabilirler.
Benzer bir şekilde, kentleşme olgusunu sermaye birikim süreçleriyle bağlantısı içerisinde yorumlayan David Harvey, kentlerin, sermayenin aşırı birikim sorununda oynadığı role vurgu yapar. Harvey’e göre, meta üretimi ve tüketiminin gerçekleştiği sermayenin birinci çevriminde biriken sermaye yatırıma dönüştürülemediğinde, krizi çözmenin başlıca yollarından birisi aşırı birikimin ikinci çevrime aktarılmasıdır. Ve bu ikinci çevrime aktarılan kaynakların önemli bir bölümü ise kentsel yapılı çevreye yönlendirilmektedir. Kentsel çevreye yapılan yatırımlar bir yandan aşırı birikim sorununa çözüm üretirken bir yandan da yeni talepler yaratarak krizin çözümüne yardımcı olmaktadır. Sermayenin kentsel mekâna müdahalesini başka bir açıdan da ele alan Harvey, sınıfsal ayrışmanın hiç olmadığı biçimde mekânsal ayrışmayı da yarattığını belirtir. Ancak bu durumun sınıf konumlarını daha açık hale getirmesinin yanında sınıf temelli olmayan bir bilinç odağını geliştirdiğini vurgular. Kendisini kapitalist sınıfa karşı tanımlayan bir sınıf konumu yerine kentin belli bir bölgesine aidiyet çerçevesinde ve diğer bölgelerle karşıtlık içerisinde tanımlayan bir bilinç gelişir. Bu, yerel topluluk temelli bir bilinçtir. Sınıf bilincine alternatif olarak belirginleşmesi çalışan sınıfların siyasal mücadelesine ket vurduğu gibi tutarlı bir sınıfsal hareketin oluşumunu da engellemiştir. Bu durumun sınıf eylemini olanaksız kılmadığını, sözkonusu dönüşüme uygun stratejiler geliştirmenin kaçınılmaz hale geldiğini savunan Harvey, gelişmiş kapitalist ülkelerde kendisini kentsel süreçlerin kalbine yerleştirmeyen her siyasal hareketin başarısızlığa mahkûm olduğunu vurgular. Harvey’de olduğu gibi yaşam mekânındaki çelişkilerin sınıfsal ya da sınıf dışı bir çelişki olarak algılanması sorununu ele alan Ira Katznelson, devletin bu alanlara yönelik geliştirdiği stratejilerin önemine vurgu yapar.
Örneğin devletin kentsel hizmetler konusundaki tercihlerinin sınıfsal konumlarla çakışması durumunda işçi sınıfının kent mekânındaki çelişkileri sınıf çelişkisi olarak görebilmesi kolaylaşırken, bu tercihlerin sınıfsal sınırları dikkate almaması kentsel çelişkinin bağımsız bir niteliği olduğu duygusunu güçlendirebilecektir. Benzer bir şekilde, merkeziyetçi ve yerel düzeyde katılımı sınırlayan yapılar işçi sınıfının kentsel çelişkileri daha üst düzeyde ve sınıfsal olarak görebilmesini kolaylaştırırken, çoklu ve yerel katılım mekanizmalarına olanak veren bir devlet örgütlenmesi bu tür sorunların yerel topluluk temelli sorunlarmış gibi görülmesine katkıda bulunabilir. Fakat her iki durumda da sonucun ne olacağının mutlak bir belirlemesi mümkün değildir. Nesnel ve öznel farklı mekanizmaların devreye girmesiyle çok daha değişik sonuçların ortaya çıkması mümkün olabilmektedir.
Toplumsal oluşumları Althusserci bir yaklaşımla ekonomi, ideoloji ve siyaset olarak üç temel uğrak çerçevesinde inceleyen Manuel Castells, yeniden üretim süreçlerinin kentsel düzeyde yarattığı çelişkilere yoğunlaşır. Kent mekânının planlı yapısını siyasi kontrolün bir aracı; anıt, anıtsal yapılar ve meydanları ise ideolojik yapının taşıyıcısı olarak değerlendiren Castells, kapitalist toplumlarda kent mekânının özgünlüğünün ekonomik kertedeki işlevlerinde yattığını belirtir. Üretim ve tüketim kent üstü ölçeklerde örgütlenirken, (kolektif) tüketim kentsel alana özgünlük sağlamaktadır. Emeğin yeniden üretimi için zorunlu olan sağlık, eğitim, konut, ulaşım gibi alanlar 20. Yüzyılın ikinci yarısında ağırlıkla devletin sorumluluğuna girmiş ve devletin bu alandaki yatırımları artmıştır. Ancak devletin bu talepleri karşılamakta giderek zorlanmasıyla kentsel düzeyde doğrudan emek-sermaye çelişkisine indirgenemeyecek yeni bir çelişki ortaya çıkmıştır. Bu çelişki ağırlıkla devletle kentsel hizmetleri kullananlar arasındadır. Castells’e göre, sınıfsal hareketlerle kentsel toplumsal hareketler arasındaki ilişki görece özerklik taşımaktadır. Diğer yandan, kentsel toplumsal hareketlerin anti-kapitalist bir nitelik kazanarak radikal bir değişime yol açabilmesi daha geniş sınıfsal hareketlerle ne oranda ilişkilendirilebildiği ve eklemlenebildiğiyle ilgilidir.
Değerlendirmelerinden de anlaşılacağı üzere, kapitalizmin en yüksek aşamasına ulaştığı emperyalist-kapitalist sistem kentleri olduğu kadar “kent mekanı”nda gerçekleşen çelişkileri de büyütmekte ve çeşitlendirmektedir. Bu durumu ortaya çıkaran sermayenin -krizlerle dolu- gelişimidir. Kapitalist sistem kendi yarattığı aşırı üretim krizini çözme yeteneğine sahip değildir. Derinleşerek tekrarlanan ekonomik krizler sermayeyi her geçen zaman diliminde daha asalak bir hale getirirken sermayenin yapısı ve üretimin örgütlenişi de değişikliğe uğrar. İşçi sınıfının üretim içerisindeki konumunda ve yapısında ortaya çıkan değişiklikler bunun bir sonucu olarak gerçekleşir. Kentlerin sermaye birikiminde üstlendiği rollerin artması ve çeşitlenmesi aynı sürecin bir parçası olarak gelişme gösterir. Kuşkusuz tüm bu süreci canlı kılan esas hareket sınıf savaşımıdır.
Sermayenin yönelimlerinin temel mantığı, işçi sınıfından en yüksek artı-değerin sızdırılması ve üretilen metadan en yüksek karın elde edilmesidir. Bu nedenle sermayenin yönelimlerinde birincil hareket noktası; işçi sınıfının birliğinin dağıtılması, sınıf bilincinin kırılması, mücadele ve örgütlenme koşullarının ortadan kaldırılmasıdır. Saldırı hem üretim alanları hem de yaşam alanlarını kapsamaktadır.
Üretimin örgütlenişinde ve dolayısıyla işçi sınıfının yapısında yaşanan değişimler birtakım post-modern teorilerin üretilmesine önayak olmuştur. Bu teorilerin ortak noktası işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki devrimci özne rolünün yadsınmasıdır. Ele aldığımız konu bu olmadığı için ayrıntılara girmeyeceğiz. Fakat post-modern teorilerde temel tartışmalardan birini oluşturan “hizmet sektörü”nün bahse konu ettiğimiz “kentsel hizmetler” tartışmasıyla benzerlik taşıdığı vurgulanmalıdır. Birinde üretimin biçimine yapılan özel atıf diğerinde üretimin mekânı olarak kendini göstermektedir. Somut birer olgu oldukları sürece bu gerçeklikler reddedilemeyecek, bunların her birinin kendi özgünlükleriyle birlikte kavranması bir zorunluluk olacaktır. Fakat açık ki Marksistler sorunun merkezine, her zaman olduğu gibi, işçi sınıfının rolünü ve Engels’in yaklaşımında da açığa çıktığı biçimde devrim perspektifini koyacaklardır.
IV. Türkiye’de Kentleşme ve Konut Sorununun Gelişimi
Kentlerin gelişimi, genel olarak kapitalizmin gelişim seyri içerisinde ve gelişmiş kapitalist devletler ağırlıklı tartışılmaktadır. Aynı olgu, Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkeler açısından ele alındığında tarihsel süreçlerin farklılığını dışarıda tutarsak genel çizgileriyle benzer sonuçlarla karşılaşılmaktadır. Türkiye’de kentleşmenin ve konut sorununun yoğun olarak yaşanmaya başlamasıyla konuya dair araştırma ve tartışmalar da başlamıştır. Ancak özellikle 2000’lere gelindiğinde bu alandaki araştırmaların çok daha yoğunlaştığı görülmektedir. Çoğunlukla yoksulluk tartışmaları ile paralel yapılan araştırmalar, soruna dair ilginin yeniden gelişmesine katkıda bulunmuşlardır.
Türkiye’yi incelediğimizde kent olgusunun büyük oranda 1950’liyıllarla birlikte tartışma konusu olduğunu görürüz. 1950’li ve ‘60’lı yıllar kırdan kente kitlesel göçlerin yaşandığı yıllardır. Kırdan göçlerin yanında başta Balkanlar olmak üzere ülke dışından göçler de yaşanmaktadır. Bu yıllar aynı zamanda Türkiye ekonomisi ve siyasetinde çeşitli değişimlerin yaşandığı yıllardır. ABD başta olmak üzere emperyalist devletlerle yoğunlaştırılan ilişkiler, Marshall yardımı bünyesinde yapılan yeni yatırımlar, ithal ikame politikalarının hayata geçirildiği ekonomide belli bir ilerlemeyi sağlamaktadır. Çok partili sisteme geçilmiş olması, önceki dönemin merkezci ve planlı yapısında yaşanan esneklikler vb. toplumsal olarak da yeni gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Bu yıllar Türkiye’de gecekondu oluşumunun belirginleştiği bir dönemi ifade eder. Devlet, gecekondu gelişimine kayıtsız gibidir. Göçler sonucu şehirlere yığılan kitlelerin gecekondu girişimlerine ciddi bir müdahalede bulunulmaz. Hatta onlara yerleşimleri için yer gösterildiği ve yer yer konut inşa edildiğine rastlanmaktadır. Bu olguyu esas olarak Türkiye’de belli bir gelişme gösteren kapitalist üretim ve bu üretimin ihtiyaç duyduğu işgücü kaynağına bağlı olarak ele almak gerekir. Sözkonusu olan sayısal olarak gelişme gösteren Türkiye işçi sınıfının konut ihtiyacının dolaysız bir yansımasıdır.
Başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere göç devam ederken 1970’li yılların ilk dönemlerinde devletin gecekondu yerleşimlerine küçük çaplı müdahaleleri de başlar. Bu dönemin sonlarına doğru sadece kırdan kente göçler değil kentten kente göçler de başlıca biçimlerden biri haline gelir. Devletin çözüm üretmediği koşullarda, artan konut ihtiyacına halkın kendi olanaklarıyla çözüm üretme eğilimi ağır basar. Devlet arazileri üzerinde gecekondu inşaatı ciddi boyutlar kazanır. Devletin bu sürecin önüne geçmeye yönelik kimi yasal ve pratik girişimleri olsa da ciddi sonuçlar yaratmaz. Değişik parti iktidarlarının farklı uygulamalarının bunda etkisi vardır. Fakat asıl olarak merkezi ve yerel yöneticilerin, kaçak yapılaşmada öne çıkan çıkar çevreleri ve mafya gruplarıyla ilişkilerinden bahsetmek gerekir. Devlet arazileri üzerinde sadece gecekondu yapımında değil büyük çaplı işyerleri ve konutların yapımında da kaçak yapılaşma sözkonusudur. ‘70’li yılların sonları aynı zamanda halkın devrimci örgütlerin önderliğinde konut sorununa alternatif müdahalelerde bulunduğu yıllardır. Yine akrabalık ve hemşericilik ilişkileri, özellikle yeni göç etmiş kesimlerin konut ihtiyacının karşılanmasında dayanışma temelinde belli bir rol oynamaktadır.
Gecekondu mafyasının halkın konut ihtiyacı üzerinden önemli rantlar elde ettiği, devletin, faşist grupların ve çetelerin saldırılarını yoğunlaştırdığı bir ortamda gecekondu alanları hızla politikleşmekte ve egemenler açısından ciddi tehlike olarak görülmeye başlanmaktadır. İşçi sınıfı hareketi gelişmiş, devrimci örgütler işçi ve emekçi kitleler içerisinde kitlesel bir boyut kazanmış durumdadır. Bu koşullar altında, gelişen gecekondu hareketi artık devlet için farklı bir tehlikeyi de içinde barındırmaktadır. İlk ve en önemli örneği 1 Mayıs Mahallesi’nin kuruluşunda gözlemlenen hareket, diğer alanlarda da örnek alınmaya başlamış, birçok yerde devrimcilerin etkisi altındaki gecekondu mahallerinin sayısı artırmıştır. 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası ile birlikte devrimci örgütler büyük darbeler alırken sözkonusu harekette de ciddi gerilemeler yaşanmıştır. Ancak işçi ve emekçi kitlelerin ilerleyen süreçte daha dağınık ve bireysel de olsa gecekondu yönelimi devam etmiştir.
’80 sonrası neo-liberal ekonomi politikaları çerçevesinde her alanda olduğu gibi kentleşme dinamiklerinde de önemli değişimler kendini göstermiştir. ‘80li yılların sonlarına kadar görece daha yavaş ilerleyen neo-liberal dönüşüm, ‘90’lı yıllar ve özellikle 2000’li yıllarda büyük bir hız kazanmıştır. Özelleştirmeler, esnek üretim, taşeronlaştırma, bankacılık ve finansın gelişimi (sermayenin daha asalak bir karakter kazanması), tarımda yaşanan tasfiye, doğal kaynakların talanı vb. bu dönemi tanımlayan belli başlı noktalar olarak öne çıkmıştır. Yine T. Kürdistanı’nda yaşanan savaş, ekonomik yıkım ve göç çok yönlü etkileriyle dönemin şekillenmesinde önemli sonuçlar doğurmuştur.
Kentler açısından ’80 sonrası, egemen sınıfların merkezi kontrol, planlama ve yönlendirmesinin artmasıyla öncesinden ciddi bir farklılık göstermiştir. Konut ve yerleşim politikalarında, seçim taktikleri ve yerel yönetim uygulamalarından ileri gelen belli boşluklar yaşansa da artık kentten sağlanan rantın asıl sahibi büyük sermaye (devlet/TOKİ, yerel yönetimler, şirketler)  olmaya başlamıştır. Türk egemen sınıflarının kentin sağladığı kar ve olanakları keşfetmekte olduklarını söylemek mümkündür. Kuşkusuz onları buraya yönelten belirli sebepler vardır. En başta geçmiş sürecin deneyimleri göstermiştir ki, şehir yerleşimlerinde küçük-orta sınıflara, yerel çıkar gruplarına ve halkın gecekondu eğilimine müdahalenin yetersiz kalması politik kontrol açısından ciddi sorunlar yaratmaktadır. Birçok yerleşim alanı devlete karşı hareketlerin örgütlenme mekânı olabildiği gibi önemli bir kar kaynağı da kayıtdışı bir biçimde ara sınıflar arasında dağılmaktadır. Yeni yönelimi belirleyen esas etken ise; emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı ekonomik krizlerden derinden etkilenen Türk sermayesinin, yeni kar alanları bulma konusunda yaşadığı vahşi dürtüdür. Kentin kendisi sermaye birikiminde büyük bir kaynak olarak görülmekte, krizleri atlatmanın önemli bir aracı olarak değerlendirilmektedir.
2000 sonrası kentlerin sermaye birikiminde oynadığı rol açısından yasal mevzuat ve uygulamada geniş kapsamlı örnekler ortaya çıkmıştır. “Kentsel dönüşüm” bir strateji olarak tanımlanmaya başlanmış, devlet/TOKİ, yerel yönetim ve özel sektör işbirliği hız kazanmıştır.“Kentsel dönüşüm” yasalara girmiş, “yerel yönetim reformu” adı altında tüm yerleşim alanlarında sermayenin rahatlıkla cirit atabileceği koşullar yaratılmıştır. 2004’le birlikte kentsel dönüşüm kanun tasarıları sürekli olarak gündemde kalmış ve yeni yasal düzenlemeler peş peşe gelmeye başlamıştır. “Kentsel dönüşüm” politikaları bu dönemde ya varolan kanunlarda yapılan değişiklikler ya da ayrı başlıklar altında yasa ve yönetmelik hazırlanarak devreye sokulmuştur. Daha önceki görece sınırlı uygulamaları saymazsak “Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesi” gecekondu bölgeleri için hazırlanan ilk kentsel dönüşüm projesi olmuştur. 2004-2005 yılları AKP hükümeti tarafından “kaçak yapılaşmayla mücadele yılı” ilan edilerek, başta İstanbul olmak üzere ülke genelinde türlü gerekçelerle yıkım saldırılarının yoğunlaştığı bir dönem haline gelmiştir. Devamında farklı zaman ve bölgelerde çeşitli projeler hayata geçirilmiş ya da halkın direnişi karşısında ertelenmek zorunda kalmıştır. Egemen sınıflar ve onların hükümetteki temsilcisi AKP tarafından sermaye birikiminin temel yöntemlerinden biri olarak görülen yıkım projeleri, 2011’e gelindiğinde artık Türkiye tarihinde işçi sınıfı ve emekçilere yönelik en kapsamlı saldırı stratejilerinden birinin adı haline gelmiştir.
 V. Esnek Üretim ve Günümüzde Kentler
Türkiye gibi ülkelerin kentleşme süreçleri ele alınırken sosyo-ekonomik özellikler ve siyasal gelişmeler dikkate alınmak zorundadır. Sözkonusu ülkelerle gelişmiş kapitalist ülkeler arasında benzerlik ve farklılık kendini birlikte gösterir. Kapitalizmin üretim biçimi olarak belli bir gelişimi, kentlerin görece uzun bir zaman diliminde bu üretim biçiminin etkisinde şekillenişini beraberinde getirir. Fakat sözkonusu özgür bir kapitalizm olmadığı, emperyalizme bağımlı olduğu için kentlerin gelişimi de bu bağımlılık ilişkilerinin seyrine göre değişik biçimler alır.
Türkiye’de göç ve kentleşme de sanayinin gelişiminin etkisi olsa da tek etken bu değildir. Emperyalist programlar etrafında tarımda izlenen politikalar ve savaş gerçeği, kentleşmede özellikle ‘90’lı yıllardan sonra başat bir rol oynamıştır. Türkiye’de, kapitalizmin klasik gelişim döneminde olduğu gibi sanayileşmeyle uyumlu bir kentleşme yaşanmamış, kentleşme sanayileşmeden önde gitmiştir. Bu durum kentlerin plansız gelişimini kronik bir sorun haline getirmiş ve kayıtdışı sektörleri artırmıştır. Kayıtdışı sektörlerin gelişimi göçle gelen kitlelerin belli bir bölümünü üretim içerisine çekse de kitlesel işsizlik ve yoksulluk Türkiye kentlerinin vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Kentlerin çarpık ve dengesiz yapısı, üretim ilişkilerinin doğal bir sonucu gibidir. Aynı kent sınırları içerisinde ve hatta yan yana; zenginlik, yasallık, lüks konutlar, şaşaalı yaşam ile yoksulluk, yasa dışılık, gecekondu ve sefalet birbirini tamamlar.
Ortaya çıkan sonuçları uluslararası düzeyde incelediğimizde Türkiye’ye özgü niteliklerin emperyalist-kapitalist sistemin genel çizgileri dışında olmadığını tam tersine bu çizgilerin çeperinde gerçekleştiğini görürüz. Emperyalist ülkeler daha yüksek teknolojili üretime geçtikçe eskiyen teknolojiye uygun üretim kollarını yarı-sömürgelere kaydırmaktadır. Üretimde denetim ve tasarım gibi işlevler emperyalist merkezlerde kalırken yoğun emek gerektiren üretim dalları ve özellikle montaj süreci, ucuz işgücünün bulunduğu ülkelerde gerçekleştirilir. Üretim süreci dünya çapında parçalara ayrılır ve esnekleştirilirken bunun yarı-sömürge ülkelere yansımaları çok daha küçük ve parçalı bir yapıyı ortaya çıkarır. Sonuç olarak büyük şehirlerde küçük ölçekli, esnek, kayıtdışı üretim biçimleri genel yaygınlık kazanırken işçi sınıfının ağırlıklı bir kısmı da düşük ücretli, güvencesiz ve örgütsüz olarak çalıştırılır.
Sermayenin uluslararası işbölümü, kentlerin de uluslararası alanda bu işbölümüne göre şekillenmesine yol açar. Yatırım ve istihdam dünyanın ve ülkelerin belli bölge ve kentlerinde yoğunluk gösterir. Üretim zincirlerindeki iç hiyerarşi, benzer şekilde kentler arasındaki hiyerarşiyi yeniden yapılandırır. Bazı bölge ve kentler üretim merkezleri olarak öne çıkarılırken diğer bazıları finans, turizm ya da tarım merkezleri olarak kendini gösterir. Daha önceleri birbirini tamamlayan bir işbölümü olarak sunulan sözkonusu hiyerarşi, “küreselleşme” adı verilen ve sermayenin uluslararası pazarlarda dizginsiz olarak dolaştığı yeni süreçte ise tamamlayıcılık ilişkisi dışında tanımlanmaya başlar. Oluşan yeni durum, ‘uluslararası ölçekte dolaşan ve kendisi için en karlı yerel birimi arayan sermaye ile sermayeyi kendine çekmeye çalışan yerel birimler’ şeklinde ifadesini bulur. “Yarışan yerellikler” olarak da kavramlaştırılan bu strateji, emperyalist sermayeyi kendine çekebilmesi için, ‘yerele’ yeni görevler yükler.  Yerelden kastedilen esas olarak yarı-sömürge ülkeler ve geri bırakılmış bölgelerdir. Bu ülke ve bölgelerin coğrafi konum, doğal kaynaklar, teknik ve sosyal altyapı, vergi oranları, ‘nitelikli ama ucuz işgücü’ olarak belli özelliklere sahip olması ya da aynı amaçla bazı kıstasları yerine getirmesi gerekmektedir. Türkiye’de de yaygın şekilde görüldüğü gibi yasal düzenlemelerle, alan sermayeye uygun hale getirilmekte ve kapitalistlerin karı garantilenmektedir. Böylece önceden kitlesel tüketimin ve emeğin yeniden üretiminin mekânı olarak öne çıkan ‘yerel’, uluslararası sermayenin karını artıracak biçimde esnek üretimin örgütlendiği bir mekâna dönüşmektedir. Siyasal alanda ulus-devletin zayıflaması ve yerelin özerkleşmesi olarak da sunulan bu süreç, yarı sömürge ülkelerde üretim alanları arasındaki dengesizliği daha da artırarak bölgesel farklılık ve çelişkileri geliştirir. 
VI. Yaşam Alanlarında Sınıf Bilinci ve Örgütlenme
Kente ve yaşam alanlarına dair belirtilen süreç işçi sınıfı mücadelesini ve özel olarak da bu mücadelenin örgütsel yapılarını doğrudan etkilemektedir. Siyasal partiler, sendikalar, dernekler ve diğer örgüt biçimlerinin her biri bu süreçten farklı etkilenmekte, teorik hedeflerle pratik uygulamalar arasında önemli bir çelişki kendini göstermektedir. İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşadığı bölgelerde ve bunlar içerisinde de devrimci yapıların çalışma yürüttüğü mahallelerde bu durumu gözlemlemek mümkündür. Tek başına sözkonusu mahalleler bile kapsamlı ve çok etkileyenli bir ilişki gösterirler. Üretim ilişkilerinden ortaya çıkan nesnel gerçekler, sınıf mücadelesinin ve bu mücadeledeki öznel güçlerin dolaysız etkilerine maruz kalmaktadır. Konumuz özgülünde ekonomik süreçler, siyasal gelişmeler, alan özgünlükleri, örgütsel yapılar, ideolojik şekillenişler ve mücadele gelenekleri gibi her biri ayrı bir başlıkta ve kendi iç çelişkileri dâhilinde ele alınabilecek birçok nokta bulunmaktadır. Bütün bunları şu an inceleyebilmemiz mümkün olmadığından genel belirlemelerle yetineceğiz.
Türkiye özgülünde “düşük sanayileşme-hızlı kentleşme” olarak da tarif edilen süreç, hizmet sektörünün gelişimine eşlik etmektedir. Artık işçi sınıfının önemli bir bölümü, özellikle büyük kentlerde, bu sektörde istihdam edilmektedir. Hizmet sektöründeki istihdama “küçük çaplı, esnek, parça başı, kayıtdışı, fason, merdiven altı” vb. tanımlarda da ifadesini bulan sanayi üretimlerini de dâhil ettiğimizde işçi sınıfının şekillendiği iki temel süreç kendini göstermektedir. Birincisi, kentler ve yaşam alanları kitlesel üretimin gerçekleştirildiği büyük bir ‘fabrikaya’ dönüşmektedir. Ne var ki bu ‘fabrika’, üretim mekânı olarak ‘geniş ama parçalı’ bir yapı sunduğu için üretim sürecinde işçi sınıfı da parçalara ayrılmak zorundadır. Bu alanlarda işgücü ücretleri düşük bir seyir izlerken sınıf bilinci ve örgütlenmenin de düşük seviyede olduğu gözlemlenmektedir. Bu kategorideki işçiler işçi sınıfının büyük çoğunluğunu oluşturmakta ve güvencesizliği yoğun olarak yaşamaktadırlar. İkincisi, devlete veya özel sektöre ait görece büyük ve orta boylu işletmelerin ‘90’lı yıllardan sonra hakim hale gelen biçimle kendi içinde parçalara ayrılmasıyla işçi sınıfının birliği daha da zayıflamıştır. Birinci kategoride ele alınan işletmeler kadar küçük ve parçalı bir yapıda olmasa da “özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, esnekleştirme” süreci işçi sınıfının bu alandaki örgütlü gücünü geriletmiştir. Sendikal örgütlenmeyi düzenleyen yasalar bu gerilemeyi sürekli olarak beslerken, sonuçta işçi sınıfının görece örgütlü ve ücret olarak iyi durumdaki bu kesimi de hızla güvencesizleşmektedir.
İşçilerde sınıf bilincinin oluşumunda üretim ve yaşam alanlarının farklı etkileri olsa da bu bilinci belirleyen sadece anılan olgular değildir. Sınıf ya da toplumsal sınıflar durağan değil hareketli bir gerçekliği ifade etmektedir. Doğal olarak sınıf bilinci, işçilerin sınıf mücadelesinin dolaysız süreçlerinde ne kadar deneyim kazandıklarıyla da alakalıdır. Belli bir ülkenin sınıf mücadelesindeki deneyimleri, o ülkenin ekonomik-kültürel özellikleri kadar siyasi ve örgütsel geleneklerini de dikkate almayı gerektirir. Bu açıdan baktığımızda işçi sınıfı mücadelesinin değişik örgütlü yapılarının da sözkonusu sürece uyum sağlayamadıkları, sınıf bilincinde yaşanan kırılmanın (ve oluşmamanın) bir parçası oldukları görülecektir.
Sözkonusu nesnel süreçler ve öznel güçlerin etkisiyle yaşam alanlarında sınıf bilinci ve sınıf hareketi gelişmemiş, bu alanlardaki hareketlerin genel işçi hareketiyle ilişkisi de geri ve istikrarsız bir biçim almıştır. Diğer yandan hızlı politize oluş nedeniyle ağırlıklı olarak devlete yönelen ve radikalleşebilen bir hareket dikkat çekmektedir. Yaşam alanlarında genellikle yöre/çevre dernekleri, politik örgütlenmelere ait kurum ve dernekler ağır basmaktadır. Sözkonusu örgütlenmeler yaşam alanları tarafından belirlenirken bir yanıyla da onları belirlemektedir. Yaşam alanları yöre, ulus, mezhep vb. özdeşlikler çerçevesinde bir araya gelişlerin mekânı olabilmektedir. İşçi sınıfı ve küçük burjuvazinin değişik katmanlarının bir arada yaşadığı bu alanlarda, ortak yerel sorunlar etrafında geniş tabanlı bir araya gelişler ise daha dikkat çekmektedir. Ve son olarak yaşam alanları, değişik toplumsal kategorilere göre belli sorunlar etrafında gelişen hareketlere de zemin yaratmaktadır. İşçi, gençlik, kadın, küçük esnaf, emekliler vb. bu temelde sayılabilir.
Yaşam alanlarındaki bilincin şekillenmesinde değinilmesi gereken bir başka nokta ise alanın işçi havzalarıyla olan yakınlığı ve ilişkisidir. Daha baştan itibaren sanayi üretim alanları olarak gelişen alanlarda üretim ve yaşam alanlarının birlikteliği daha rahat kurulabilmektedir. Sözkonusu il, ilçe veya semtlerde yaşayanlar ağırlıklı olarak yakındaki aynı sanayi bölgesinde çalışmakta, üretim alanlarındaki bilinç ve örgütlenmeleri yaşam alanlarını da şekillendirmektedir. Bu özdeşlik sayesinde üretim alanları üzerinden yaşam alanlarını; yaşam alanlarından da üretim alanlarını örgütleyebilme gibi özgün deneyimler ortaya çıkabilmektedir. Oysa işçi sınıfının (özelde sanayi işçilerinin) bu derece belirleyici olmadığı, işçilerin birçok değişik üretim alanına dağıldığı yaşam alanlarında bu birliktelik zayıf kalmaktadır.
Yaşam alanlarında sınıf bilinci ve sınıf örgütlenmelerinin zayıflığı ülkedeki sendikaların yapısı, mücadele ve örgütlenme gelenekleriyle birlikte de değerlendirilmelidir. Bu kapsamda örneğin sendikaların; özel sektörde ve küçük işletmelerde örgütlenme çabalarının çok az olması, ücret sendikacılığının hakim hale gelmesi, faaliyetlerini üyelerinin işyeri haklarıyla sınırlaması, işyerlerinin dışına çıkmaması ve özellikle yaşam alanlarına, bu alanda örgütlenmeye ilgi göstermemesi vb. belirtilebilir. Kuşkusuz “sendikalar” ifadesi kendi içinde bir genelleme taşımaktadır. Bu yüzden sendikalar değerlendirilirken büyük bir bölümünün bürokratik ve işbirlikçi bir yapıya sahip olduğu belirtilmelidir. Fakat bunun böyle olması ilerici, demokrat, devrimci dediğimiz sendikaların sözkonusu gerçekliğin dışında olduğu anlamına gelmemelidir. Sınırlı birtakım girişimleri saymazsak belirtilen noktalarda bu sendikalar arasındaki fark ‘daha az’ ile ‘daha çok’ arasındadır.
Yaşam alanlarındaki bilinç ve örgütlenmelerin şekillenmesinde sınıf mücadelesinde yer kaplayan parti, sendika ve derneklerin, bunlara hakim olan çizgilerin de önemli bir payı olduğu açığa çıkmaktadır. Her ülkenin işçi hareketinde ve mücadele geleneklerinde farklı yaklaşımlar ortaya çıkabilmektedir. Bazı ülkelerde işyeri ve yaşam alanlarındaki örgütlenmelerin birlikteliği sağlanabilirken birçok ülkede ise işyerinde kendini işçi yaşam alanında ise etnik-dinsel bir grubun üyesi olarak gören bir bilinç şekillenmektedir. Uluslararası sermaye, günümüzde izlediği üretim stratejileriyle, sözkonusu sorunları ulusal sınırların ötesine taşıyarak genel bir karakter kazanmasını sağlamıştır.
Avrupa’daki emperyalist ülkeler ve ABD başta olmak üzere, gelişkin kapitalist ülkelerde gözlemlenen göçmen hareketleri bu soruna işaret etmektedir. Sınıfsal konum olarak büyük oranda işçi sınıfına dâhil olmasına, daha da ötesi işçi sınıfının en alt katmanlarını oluşturmasına karşın göçmenlerin o ülkedeki işçi hareketiyle bağları genellikle çok zayıftır. Hatta ülkedeki sosyalist parti ve sendikalara karşı uzaklık ya da güvensizlik olarak tarif edilebilecek bir gerçeklik bulunmaktadır. Etnik ve kültürel olarak ayrımcı politikalarıyla emperyalist devletler bu çelişkiyi kışkırtan bir yerde durmaktadır.
Türkiye’de yaşam alanlarında işçi hareketine karşı gözlemlenen kayıtsızlığı bu duruma benzetebiliriz. Sanırız bu kapsamda en dikkat çekici olgu olarak Kürt işçilerin durumu örnek verilebilir. Belli başlı büyük şehirler özgülünde “işçi sınıfının Kürtleşmesi” ya da “Kürtlerin işçileşmesi” gibi tartışmaların konusu olan bu olgu, işçi hareketini de doğrudan etkilemektedir. Kürt işçiler de ağırlıklı olarak işçi sınıfının en güvencesiz ve alt tabakalarını oluşturmakta, sınıfsal örgütlenmelerde biraraya getirilemedikleri oranda ise işçi hareketinin zayıflığının temel nedenlerinden biri haline dönüşmektedir. Kürt işçilerde ulusal temeldeki bilinç ve bunun etrafında devleti hedefleyen ciddi politik mücadeleler hakim şekillenişi ifade etmektedir. Kürt işçiler yaşam alanlarındaki şekillenişin yansımalarını da kendi özgünlükleri içerisinde yaşamaktadır. Fakat bu sorunun gelişiminde Türkiye’de işçi hareketiyle bağlantılı parti ve sendikaların şoven ya da sosyal şoven niteliklerini göz ardı etmemeliyiz. Örneğin asıl gücünü Batı’daki büyük şehirlerde bulunduran işçi sendikalarının, büyük bir bölümünün şoven veya en iyi durumda sosyal-şoven niteliklere sahip olması Kürt işçilerin güvensizliğini beslemekte ve onları uzaklaştırmaktadır. Memur sendikalarına baktığımızda ise Kürt emekçilerin belli sendikalarda ciddi anlamda örgütlü olduğunu görürüz. Bu durumun oluşumunu belirleyen değişik etkenler (çalışma alanları, üye profili, Kürt hareketinin politikaları…) sözkonusu olmakla birlikte, belli memur sendikalarında şovenizm ve sosyal-şovenizmin önemli oranda kırılabilmesini vurgulamak gerekir.
Yaşam alanlarıyla ilgili, son olarak sistemin ve devletin saldırılarını belirtmek gerekmektedir. Egemen sistemin kent merkezlerinde olduğu gibi işçi sınıfının yaşam alanlarında da artan biçimde kendi değerlerini ve kurallarını hakim kılmasıyla birlikte bu alanlar ciddi bir tehditle yüz yüze kalmışlardır. Esnek çalışmanın, güvencesizliğin ve işsizliğin de mekânı olan bu alanlar, üretime uygun olarak, parçalanmış hayatları da ortaya çıkarmakta, her türlü “adli suça” yataklık edebilmektedir. Sistemin bu kesimlere sunduğu ve onları iteklediği yer yine sistemin “arka sokaklarıdır.”  Uyuşturucu, çeteleşme, fuhuş, hırsızlık ve genel olarak yozlaştırma saldırıları, devlet tarafından belli mahallelerde özel olarak geliştirilmektedir. Halka, derneklere, gençlere yönelik polis saldırıları, gözaltı ve tutuklamalar özellikle devrimci çalışmaların bulunduğu alanlarda süreklilik kazanmış durumdadır.
VII. “Kentsel Dönüşüm” ve Yıkımlara Karşı Mücadele
Van depreminin ardından “kentsel dönüşüm” adı verilen yıkım ve rant politikalarına hız verildiği gözlemlenmektedir. Özellikle İstanbul üzerinden yürütülen tartışmalarda şehirlerin depreme hazır olmadığı en temel argüman olarak öne çıkarılmaktadır. Hükümetin halkı ikna edemediği ve uygulama noktasında ağırdan almak zorunda kaldığı bir ortamda deprem hükümete arayıp da bulamadığı fırsatı vermiş gibidir. Deprem bahane edilerek yapılan yasal düzenlemelerde projeyi hayata geçirmeyi amaçlayan birçok taktik yöntem dikkat çekmektedir. Fakat asıl öne çıkan ve her şeyin sonunda vurgulanan noktayı “kamulaştırma” yani zor yöntemi oluşturuyor. İşte bu zor yöntemi sürecin zorlu geçeceğinin de itirafı durumundadır.
Son “kentsel dönüşüm” saldırısı, Türkiye’de egemen sınıfların kentleri merkezi planlamalarla yeniden inşa etmeyi amaçlayan en kapsamlı girişimidir. Bu yönelimin Türk sermayesine has bir durum olmadığı ele alınan konular içerisinde açıklanmaya çalışılmıştır. Emperyalist sermaye ilk olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde bu politikayı uygulamış ve özellikle kriz süreçlerinde ulusal ekonominin durgunluğa girmesini engellemeyi amaçlamıştır. Emperyalist sermayenin konut satışına dayalı ekonomi politikaları birçok kapitalist ülkede son sınırlarına ulaşarak çökmüştür. Bu çöküş işçi sınıfı ve emekçilerin yoksullaşması, birçoğunun ipotek borçları altında ezilmesi sonucunu doğurmuştur.
İthal ikameci ekonomi politikalarının terk edilmesinin ardından sermayenin finanstan sonra dünyada en fazla yatırım yaptığı alanların başında kent yatırımları gelmektedir. Bu yönüyle Türkiye’deki “kentsel dönüşüm” politikası, emperyalist sermayenin ihtiyaçları ve yönelimlerinden bağımsız değildir. Ancak ülkemizdeki sermayedarların ve onların sözcülüğünü yapan hükümetin büyük bir iştahla kentsel dönüşümü savunması, ülkemiz egemen sınıflarının yeni sermaye üretim alanlarına da ayna tutmaktadır. Yıkım politikasıyla ağırlıklı olarak inşaat ve bankacılık sektöründe büyük kar artışları amaçlanmaktadır. Beraberinde ise kentsel dönüşümün ihtiyaç haline getireceği (ya da sermayenin ihtiyaç olarak sunacağı) birçok sektör ve üretim dalında kar artışlarının sağlanması amaçlanacaktır. Bu birikim ve karın nereye akacağını ise bu politikanın mimarları ve savunucularını takip ederek anlayabiliriz. En genel anlamıyla devlet, hükümet, TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, büyük şehir belediyeleri ve yerel yönetimler bu sürecin örgütleyicileri olarak aynı zamanda kazanan tarafı da olmayı hedefleyeceklerdir. Büyük inşaat firmaları ve bankalar ise sermaye yatırımlarına oranla en fazla karı elde edecek kesimler olacaktır.
Kapitalizmin tarihi ve daha önce yaşanan deneyimler, kentsel dönüşümün nasıl bir birikim ve kar sağlayacağını anlamamıza yardımcı olmaktadır. İlk olarak, ülkemizde kentsel dönüşümün özünde zor tehdidi ve dolaysız zor uygulamasıyla bir el koyma ve yıkım saldırısı olduğu belirtilmelidir. Bunun kapitalizm tarihindeki adı; mülksüzleştirme yoluyla birikimdir. El konan mülkün; yani ev, arsa ya da binanın yerine verileceği söylenen ama gerçekte mülkü elinden alınanların kiracı konumuna düşecekleri bir model ortaya çıkmaktadır. Borçlandırma ve ipotek altına alma, el koyma ve yıkımın ardından bu modelin tamamlayanı olmaktadır. Yine ev, arsa ve kira spekülasyonlarıyla metaların gerçek değerlerinin üzerinde fiyatlandırılması önemli bir rant kaynağını ortaya çıkarılabilmektedir.
İkinci olarak ise, borç ve ipotek tehdidi altındaki işçi sınıfı ve emekçilerin üretim alanında işverenle pazarlık gücünün yok edilmesi yönündeki amaç belirtilmelidir. Eğer sahip olabilmişse ipotek altındaki evine el konma korkusu, işini kaybetme kaygısıyla birleşerek, devletin ve işverenlerin belirlediği çalışma koşulları ve ücretlere itiraz edememe durumunu yaygınlaştıracaktır. Özellikle de yedek işgücünün, yani işsizlerin bu kadar yüksek sayılarda olduğu bir ülkede, eğer planlandığı şekilde hayata geçerse uygulamanın nasıl sonuçlar yaratacağını kestirmek güç değildir.  
“Kentsel dönüşüm” projesi, bugüne kadar yapılan açıklamalara ve yasal düzenlemelere baktığımızda, belli başlı büyük şehirler esas olmak üzere tüm şehirleri kapsayabilecek bir genişliğe sahiptir. Sadece İstanbul’da milyonlarca binanın yıkılmasından bahsedilmektedir. Bir yandan büyük proje ve yatırımların şaşaalı reklamları, merkezi ve yerel yöneticilerin birbiri ardına açıklamaları sürmekte bir yandan da belli alanlarda site, gökdelen, iş ve alışveriş merkezleri yükselmeye devam etmektedir. TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, büyük şehir belediyeleri, İstanbul Kentsel Dönüşüm Müdürlüğü gibi kurum ve kuruluşlar sınırsız yetkilerle (bir ilçeyi yıkma kararı alabilme, acele kamulaştırma vb.) donatılmasına karşın egemenlerin ortaya çıkacak sonucu tam olarak kestirebildiklerini söylemeyiz. Televizyon programlarında coşkulu bir gayretle yapılan propagandaya, deprem istismarı ve demagojiye bakıldığında devlet yöneticilerinin kaygısını görmek mümkündür. Ancak egemenlerin karşılaştığı güçlüğü en iyi ifade eden durum; mal sahipleri ikna edilemediği ve anlaşma sağlanamadığında devreye “kamulaştırma”nın gireceğinin özellikle vurgulanmasıdır.
“Afet Riski Taşıyan Alanlarda Dönüşüm” adı altında yeni hazırlanan kentsel dönüşüm yasa taslağına ilişkin Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın yaptığı açıklamalarda da kamulaştırma ve yıkıma dikkat çekilmesi anlamlıdır. Açıklamalara göre önce bakanlığın koordinasyonunda hazırlanan yasa yılbaşına kadar meclise sunulacak, ardından da Kat Mülkiyeti, İmar Affı ve Yapı Denetim Kanunu yenilenecek. Bakanlığın Türkiye’deki tüm binalarla ilgili raporunu hazırlamasından sonra ise deprem riski yüksek bölgelerdeki konutların yıkımına başlanacak. Gecekondu ve kaçak yapılaşma konusundaki yetki bakanlığa alınırken, bu yapıları yıkmayanlar olursa ise onlara sormadan kamulaştırılıp yıkılacaklar. Diğer yandan kat ittifakının bulunduğu binaların satışında “kat maliklerinin tamamının izni” hükmü kaldırılarak “çoğunluğun kararı” yeterli hale getirilmektedir.
Önümüzdeki süreçte de projelerin, yasaların, yönetmeliklerin, yalan ve demagojilerin bolca ortada dolaştığına tanık olacağız. Fakat adım adım yoğunlaşan haliyle de yıkım saldırıları yakın zamanda hayata geçirilmeye çalışılacaktır. Saldırıya karşı mücadelenin doğru bir çizgide geliştirilebilmesi için, devrimci ve komünistlerin soruna dair temel ilke ve anlayışlarıyla hareket etmesi gerekmektedir. Bu kapsamda işçi sınıfı ve emekçi halkın konut sorununun sınıf mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirilmesi, yaşam alanlarında gerçekleşen mücadelelerin sınıf hareketiyle bağının kurulması ve devrim hedefine yönlendirilmesi en genel ilkeleri ifade etmektedir. Reform ve devrim ikileminde, reformlar için mücadelenin devrim mücadelesine tabi kılınması, konut sorununda da bu yaklaşımın yaratıcı bir biçimde hayata geçirilmesini gerektirir.
Kentsel dönüşüm uygulamalarında öne çıktığı şekliyle sermayenin değer ölçütüne, kar ve rant sağlama amacına karşı kullanım değeri ve halkın dolaysız barınma ihtiyacının öne çıkarılması gerekmektedir. Sermayenin belirlediği kavram ve tartışmaların dışına çıkılamadığında haklı taleplerin yeterince ifade edilemeyeceği ve halkın kendi dilinin yaratılamayacağı açıktır. Yıkımlara karşı çıkmakla sınırlı kalmayıp belli talepler ve alternatif önerilerle mücadelenin zenginleştirilmesi; egemenlerin yalanlarını açığa çıkarmakta özel bir rol üstleneceği gibi koşullarının oluştuğu durumda halkın demokratik inisiyatifine dayalı çözüm örneklerini de ortaya çıkaracaktır. Merkezi planlama ve dayatmalara karşı, yaşam alanlarındaki halkın demokratik kararlarının esas alınması; deprem, altyapı ve konut sorununa halkın inisiyatifinin tanındığı yerinde çözümlerin savunulması mücadeleyi zenginleştirecek belli başlı talepler olarak ifade edilebilirler.
Egemen sınıfların kentsel dönüşüm stratejisine karşı işçi sınıfı ve emekçilerin de kendi mücadele stratejilerini oluşturmaları zorunludur. Mücadele stratejilerinin belirlenmesinde kuşkusuz ki asıl görev devrimci güçlere düşmektedir. Ancak bu stratejilerin soyut bir biçimde belirlenebilmesi mümkün değildir. Öncelikle somut araştırmalar yapılmalı ve belirlenen yıkım alanlarıyla bağlar güçlendirilmeli veya kurulmalıdır. Yaşam alanlarındaki halka yönelik olarak bilgilendirme çalışmaları yürütülmeli, bu sayede alanda yaşayan halkın genel profili ve yıkımlar konusundaki eğilimleri de açığa çıkarılabilmelidir. Açığa çıkacak durum, yapılacak çalışmalarda her alan özgülünde hangi konu, araç ve yöntemlerin öne çıkarılacağına dair de veriler sağlayacaktır. Yıkım alanlarıyla kurulacak somut ve canlı bağlar her bir aşamada mücadelenin hangi zeminler üzerinden yükseleceğine ışık tutacaktır. Zira egemenlerin ‘kusursuz’ proje ve planlarına karşın, uygulamaya geçtiğinde, yıkım saldırısının sınıf mücadelesinde bambaşka bir tablo ortaya çıkaracağı görülmelidir. Bu tabloda haklı talepler, mücadele ve direniş başat bir yerde olacak ve asıl savaş o zaman başlayacaktır. Savaşın başladığı aşamada, taktik ve somut önderliğin her zamankinden daha önemli hale geleceği, her anın kritik bir rol kazanacağı, ideolojik ısrar ve örgütsel dayanıklılığın sonucun belirlenmesinde tayin edici olacağı hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır.














[1] Proudhon (Akt. F. Engels, Konut Sorunu)
[2] Bu bölüm aşağıdaki kaynaklardan yararlanılarak hazırlanmıştır.
“Kent ve Kapitalizm” Praksis Sayı: 2 (Bahar 2001)
1 Mayıs Mahallesi 1980 Öncesi Toplumsal Mücadeleler ve Kent, Şükrü Aslan, İletişim Yayınları

Partizan Sayı: Kasım/Aralık 2011/76