I.
Giriş
Kentsel dönüşüm uygulamalarının önümüzdeki süreçte işçi
sınıfı, emekçiler ile sermaye arasındaki çatışmanın temel başlıklarından birisini
oluşturacağı görülüyor. Bu çatışmada devrimci ve komünist güçlerin halkla
kuracağı bağ ve onlara önderlik etmede göstereceği yetenek saldırıya karşı ne
kadar güçlü bir bent oluşturulacağının da ölçütü olacaktır. Aynı süreç devrimci
güçlerin işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam alanlarında kendilerini yeniden
örgütleyebilmesinin birçok olanağını açığa çıkaracaktır.
Saldırının çok yönlü olarak kavranması, devrimci güçlerin bu çelişki etrafında nerede ve nasıl konumlanacaklarına da ışık tutacaktır. Tartışacağımız tüm konular kentsel dönüşüm saldırısını ve ona karşı yürütülecek mücadeleyi daha anlaşılır kılmayı amaçlamaktadır. Ve bütün bu açıklamaların aslında konuya henüz bir “giriş” özelliği taşıdığı belirtilmelidir. Çünkü saldırının sonuçları, planlı ve kapsamlı niteliğiyle sermaye tarafından belirlense de esas olarak sınıf mücadelesinin dolaysız pratiğiyle şekillenecektir.
Saldırının çok yönlü olarak kavranması, devrimci güçlerin bu çelişki etrafında nerede ve nasıl konumlanacaklarına da ışık tutacaktır. Tartışacağımız tüm konular kentsel dönüşüm saldırısını ve ona karşı yürütülecek mücadeleyi daha anlaşılır kılmayı amaçlamaktadır. Ve bütün bu açıklamaların aslında konuya henüz bir “giriş” özelliği taşıdığı belirtilmelidir. Çünkü saldırının sonuçları, planlı ve kapsamlı niteliğiyle sermaye tarafından belirlense de esas olarak sınıf mücadelesinin dolaysız pratiğiyle şekillenecektir.
II.
Marksizm ve Konut Sorunu
Kentlerin oluşumu ve gelişiminin uzun ve sancılı bir geçmişi
olsa da asıl büyük gelişimi kapitalist üretim tarzının ortaya çıkmasıyla gerçekleşmiştir.
Kentler genel olarak üretim ilişkileri içerisinde belirlenmektedirler. Ağırlıklı
olarak sanayi üretiminin ihtiyaçlarına göre şekillenen ve zamanla devasa
boyutlara oluşan kentler, kapitalist üretim ilişkilerinin bir aynası gibidir. Sermaye
kendini sürekli olarak büyütebilmek için emeği de kendine çeker. Kapitalist
üretim için vazgeçilmez bir zorunluluk olan işgücü, üretim merkezlerinde, başka
bir deyişle de kapitalist merkezler etrafında yoğunlaşır. Şehirler üretim
merkezleri olarak büyürken yeni üretim alanları da hızla şehirleşirler. Bu
sürecin temel itici gücü sanayi kapitalizminin gelişimidir.
Kapitalist üretimin ihtiyaç duyduğu işgücü kaynağının hazır
bulunabilmesi için, işçi sınıfına üretim merkezlerine yakın yerlerde -kent
içerisinde veya çevresinde- konut olanağının sağlanması gerekir. İşçi konutları
ister burjuvazi tarafından planlı bir şekilde oluşturulsun isterse işçinin
kendisi tarafından inşa edilsin her durumda bu emeğin yeniden üretiminin ve
dolayısıyla ücretin bir parçasıdır. Belli bir kent veya bölgede işçilerin konut
ihtiyacının giderilmesi geçici ve kısmi bir çözümdür. Ancak kapitalizmin
dengesiz gelişimi, aşırı üretim krizleri, rekabet, konut spekülasyonları ve
sınıf mücadelesinin dolaylı ve dolaysız etkileri konut sorununu artırarak devam
ettirir. En başından itibaren sanayi merkezleri olarak gelişen kentlerde konut
darlığı daha az görülür. Kapitalizmde ilk konut krizleri ağırlıkla kırlardan
koparılan kitlelerin kente yığınsal göçüyle başlar. Çoğunluğu baraka ve kulübe
özelliği gösteren işçi meskenlerinin hızla büyüyen kentin ortasında kalmasıyla
yıkımlar gündeme gelir. Bu duruma genellikle yeni işçi konutlarının inşa
edilmemesi, kira ve konut spekülasyonları (pahalılık) eşlik eder ve işçi sınıfı
tam bir sefalet içerisine sürüklenir. Bu süreç işçi sınıfını ekonomik olduğu
kadar fiziksel ve manevi olarak da çökertir. Konut darlığı en yoğun olarak işçi
sınıfını etkiler ancak Engels’in de belirttiği gibi, bu kötülük belli bir
düzeye geldiğinde konut sorununa ekonomik bir ayarlama yapılması zorunludur.
Sermaye, emek olmadan kendini var edip büyütemez ve genel kural olarak emeğin (işçi
sınıfının) artı-değer üretebilir bir konumda tutulması gerekir.
Engels, “Konut Sorunu” adlı eserinde Proudhon’cu görüşlere
karşı polemik yürütürken konut sorununda hem büyük burjuva hem de küçük burjuva
çözümlerinin esasının işçinin kendi meskenine sahip olması olduğunu belirtir. Engels,
işçinin kendi konutuna sahip olması görüşüne eleştirel bir yaklaşım sergiler.
Ona göre, geniş çapta sanayinin şartları altında konut, bahçe, tarla mülkiyeti
ve oturulan yerde çalışma garantisi, işçi sınıfının büyük engeli olarak
kalmayıp ücretlerin eşi görülmedik şekilde aşağıya çekilmesinin de esas
nedenidir. Bugün dahi tartışma konusu olan sözkonusu yaklaşımın daha iyi
anlaşılabilmesi için Engels’in ele aldığı tarihsel ve coğrafi koşullara daha
yakından bakmak gereklidir. Bunun için kaynağımız yine Engels olacaktır.
Manifaktür ve küçük çaplı üretimden büyük sanayiye hızla
geçiş sürecindeki Almanya’da, ileri düzeyde konut sorunu baş göstermektedir. Almanya
dünya pazarlarında geç görünmüş ve henüz İngiltere ve Fransa gibi daha ileri
kapitalist rakipleriyle rekabet edebilecek durumda değildir. Ev gereksinmeleri
için bahçecilik ya da küçük tarımın yanı sıra yürütülen kırsal ev sanayi, Alman
ihracatının ve dolayısıyla yeni büyük sanayinin de geniş tabanını
oluşturmaktadır. Alman köylülerinin artan gereksinmeleri ve sanayinin genel
durumu kırsal ev sanayisini genişlemeye zorlamakta, İngiltere ve Fransa’nın
aksine sanayiyi tüm ülkeye yaymaktadır. Sanayinin göreli düşük düzeyi bu
yayılmaya olanak sağlamaktadır. Engels, Almanya’nın dünya pazarında küçük mal
üretimindeki rekabet gücünü koruyan temel olarak, ücretlerin çok düşük olması
ve dolayısıyla ihraç mallarının olağanüstü ucuzluğunu belirtmektedir.
Ücretlerin düşük olmasını ve büyük sanayiye geçişle birlikte işçi sınıfını tam
bir sefalete sürükleyen koşulları ise esas olarak Alman işçi sınıfının yalnızca
kendi meskenine değil tarla ya da bahçeye sahip olmasına bağlamaktadır. Güvenli
zilyet hakkı gereği kiracı olanlar dahi belli bir ev ve bahçe garantisine
sahiptir ve bu en çok Almanya’da görülmektedir. Rekabet sayesinde kapitalist,
ailenin bahçe ve tarladan kazandığı kadarını işgücünün fiyatından
düşürebilmekte ve işçilere en düşük ücreti kabul ettirebilmektedir. İşçi kabul
etmek zorundadır. Aksi halde hiçbir şey alamayacak ve kendi tarım ürünleriyle de
geçinemeyecektir. Diğer yandan sahip oldukları ev, bahçe ya da tarla mülkiyeti
onları oldukları yere zincirlemekte, başka yerde iş aramalarını
engellemektedir. Bu durum büyük kent işçilerinin ücretlerini de değerinin
altına düşürerek genel ücret düzeyini aşağılara çekmektedir.
Daha önceki tarihsel aşamada işçilerin göreli gönencinin
temeli olan şey yani tarım ve sanayi bileşimi; ev, bahçe ve tarla mülkiyeti
güvencesi, bu aşamada artık bir engel ve şansızlık, ücretlerin eşi görülmemiş
düşüklüğünün temeli haline gelir. İşçiler bireysel üretim yöntemine ve el
emeğine zincirlenirler. Bu durum onları entelektüel ve siyasal olarak da
körleştirir. Engels, sözkonusu işçilerin durumunu açıklamak için hiçbir fabrika
işçisinin yavaş ama emin bir şekilde açlıktan ölen kırsal ev dokumacısıyla yer
değiştirmek istemeyeceğini vurgular.
Alman üretiminin belirleyici dalı haline gelen ve Alman
köylülerini köklü değişimlere uğratan kırsal ev sanayi ve imalatın kendisi daha
ileri bir değişikliğin de hazırlık aşamasıdır. Fabrika ve makine üretimine
geçiş onu da yıkacaktır. Bu ise, Alman küçük köylülerinin yarısının
mülksüzleştirilmesi, toplumun en kararlı ve tutucu olanının devrimin yuvası
olması demektedir. Oysa ev mülkiyeti ve aynı zamanda ev sahibi yapma görüşü onu
kendi özel kapitalistine ve yarı-feodal biçime zincirlemekten başka bir şey
değildir. Diğer yandan Alman sanayisinin sözkonusu geniş tabanı ve hızlı
gelişimi, işçi sınıfı hareketinin Almanya’da başarıya ulaşmasını olanaklı
kılacak koşulları yaratmaktadır.
Ve bu tarihsel koşullar içerisinde Almanya’da o ana kadar güçlü
olan küçük burjuva sosyalizmi, “emekçi sınıfların kalkındırılmasından” ve “işçileri
kendi meskenlerinin sahipleri haline dönüştürmekten” bahsetmektedir. Oysa
Engels, kapitalizmin tahlilinden ortaya çıkan tespitler ve verdiği örneklerle,
kapitalistlerin konut sorununu köklü olarak çözemeyeceğini, konut sahibi
olmanın işçi sınıfının sefaletini engellemediği gibi onun aleyhine sonuçlar
doğurabildiğini belirtmekte ve şimdiki üretim ilişkileri içerisinde bu sorunun
sürekli olarak yeniden ortaya çıktığını açıklamaktadır. Dolayısıyla sadece
proletaryaya özgü bir sıkıntı olmayıp bütün ezilen sınıfları kapsayan konut
sorununa son vermek için sömürü ve ezilmeyi bütünüyle yok etmek gerekmektedir. Bu
da ancak bütün üretim araçlarını toplumsal mülk haline getirecek olan sosyal
bir devrimle mümkündür. Küçük burjuva sosyalistleri de görünüşte bunu kabul
etmektedir. Fakat onlara göre bu uzak gelecekte mümkün olabilecek bir şeydir.
Dolayısıyla da günümüz için ancak toplumsal yamamaya başvurulabilecektir. Bütün
bu polemiklerin sonunda açığa çıkıyor ki, konut sorunu etrafında ortaya çıkan
tartışmanın özü; kapitalizmin ortaya çıkardığı sorunları yamamaya çalışmak ile
kapitalizmi bütünüyle ortadan kaldırmak arasındadır. Başka bir deyişle tartışma,
reformizm (“toplumsal reform için pratik öneriler”[1])
ile devrim arasındadır.
Engels, asıl olarak emeği sermayeye daha da bağımlı hale getiren
ev ve bahçe mülkiyetini sorgulamaktadır. Ancak işçi sınıfını sermayeye
zincirleyen etkenler sadece bahsedilen koşullarla sınırlı değildir. Kırdan
koparılarak kentlere yığılan proleter kitleler, feodal-dinsel aidiyetleri ile
kırsal kültür ve geleneklerini yaşam alanlarında farklı şekillerde devam
ettirirler. Dayanışma ve ikame yöntemleriyle ilgili olsa da bu aynı zamanda
sınıf bilincinin oluşumuna ket vuran etkenlerden biri haline gelir.
Marks ve Engels, kentleri tartışırken onu ikili
karakteriyle; olumlu ve olumsuz yanlarıyla birlikte ele alırlar. Kentin
gelişimini kırla karşılaştırarak feodal üretim ilişkileri içerisinde köylülerin
mekânsal ayrılığı, kırsal yaşamın ahmaklığı, biraraya gelme ve örgütlenme
konusunda oluşan engellere değinirler. Oysa şehirler işçi sınıfını üretim
içerisinde biraraya toplamakta, onlara aynı sömürü ve sefalet koşullarını
yaşatmaktadır. Bu durum sınıf bilincinin oluşumunda ve örgütlenmede önemli
avantajlar sunmaktadır. Sınıf bilincinin oluşumunda, işçi sınıfının özgüven
kazanması ve örgütlenmesinde üretim alanları kadar yaşam alanları da önemli
roller sunar.
Sömürü ve sefalet kendini sadece üretim alanında göstermez.
İşçi sınıfı bu baskı ve sömürüyü hem fabrika ve atölyelerde hem de yaşam
alanlarında birlikte yaşar ve paylaşır. İşçi sınıfının ortak hareket edebilmesindeki
en önemli etken olarak bu özdeşlik öne çıkar. Toplumsal kesimler arasındaki
sınıfsal ayrılık yerleşim alanlarında da mekânsal ayrılık olarak kendini
gösterir. Gerek pislik ve sefalet gerekse yalıtılmışlık işçi sınıfının yaşam
alanlarını karakterize eder. Fakat sözkonusu yalıtılmışlık, kontrolden görece
uzaklığı da beraberinde getirerek özgün örgütlenmelere olanak sağlar. İşçi
kulüpleri, dernekler ve daha birçok ad altında işçiler bir araya gelir,
işyerindeki ve yaşam alanlarındaki sorunlarını, mücadele yollarını tartışırlar.
Şehirler ve özel olarak emekçilerin yoğunlaştığı yaşam
alanları aynı zamanda işgücünün yeniden üretim alanlarıdır. Asgari yaşam
ihtiyaçları karşılanarak işçinin üretim sürecine hazır bulundurulması ve aynı
zamanda yeni nesil işçilerin (çocukların) yetiştirilmesi, işçiye ödenen ücreti
belirleyen temel zorunluluktur. Aynı zorunluluk kentsel hizmetlerin
şekillenmesinde de geçerlidir. Sermayenin emeğe duyduğu ihtiyaç, işgücünün
yeniden üretiminde devlete de yeni görevler yüklemiştir. Kuşkusuz devletin yeni
görevler üstlenmek zorunda kalması işçi sınıfının yürüttüğü mücadeleden kopuk
olmamış tersine onun güç ve etkinliğine bağlı olarak artmıştır. İlerleyen
süreçte, sermayenin ihtiyaçlarına paralel olarak, devletin bu talepleri geriye
iterek kazanılmış hakları tırpanlamaya başlaması kentsel düzeyde çelişkileri de
geliştirmiştir. Diğer yandan sermayenin gelişimi ve şehirlerin çok daha büyük
boyutlar kazanmasıyla birlikte, şehirlerin pazar ve tüketim merkezleri olarak
üstlendiği roller de büyüme gösterir. Aynı zamanda kentin kendisi sermaye
birikiminde yeni roller kazanarak sınıfsal çelişkilerin çeperinde kente özgü
çelişkileri de geliştirir.
III.
Kapitalizm ve Kent; Temel Yaklaşımlar[2]
Marks ve Engels’te ağırlıkla üretimin ve işçi sınıfı
mücadelesinin gerçekleştiği mekân olarak ele alınan kentler, özellikle 1960’lardan
sonra değişik tartışmaların konusu haline gelir. Bunlar içerisinde Henri Lefebvre’nin yaklaşımı en dikkat
çekicisidir. Kentsel mekânın keşfinin kapitalizmin 20. yüzyılı görebilmesinde
büyük bir rol oynadığını belirten Lefebvre, kent mekânının “sermayenin sermayesi” olma işlevine dikkat çeker. “Günümüzde üretimin analizi göstermiştir ki,
şeylerin (metaların) mekânda üretiminden mekânın kendisinin (meta olarak)
üretimine geçmiş bulunuyoruz” diye belirten Lefebvre, kapitalizmin, soyut
ve değişim değerini öne çıkaran mekân anlayışına karşı somut ve kullanım
değerini vurgulayan bir yaklaşımı savunmaktadır. Yeniden üretim ve günlük yaşam
alanındaki çelişkileri önemseyen Lefebvre, bunun üretim alanındaki mücadele ve
örgütlerin uzun solukluluğunu taşımadığının da farkındadır. Ona göre, bu tür
mücadeleler ancak sosyalist mücadelenin bir parçası haline getirilebildiği
ölçüde daha radikal ve uzun soluklu olabilirler.
Benzer bir şekilde, kentleşme olgusunu sermaye birikim
süreçleriyle bağlantısı içerisinde yorumlayan David Harvey, kentlerin, sermayenin aşırı birikim sorununda
oynadığı role vurgu yapar. Harvey’e göre, meta üretimi ve tüketiminin
gerçekleştiği sermayenin birinci çevriminde biriken sermaye yatırıma
dönüştürülemediğinde, krizi çözmenin başlıca yollarından birisi aşırı birikimin
ikinci çevrime aktarılmasıdır. Ve bu ikinci çevrime aktarılan kaynakların
önemli bir bölümü ise kentsel yapılı çevreye yönlendirilmektedir. Kentsel
çevreye yapılan yatırımlar bir yandan aşırı birikim sorununa çözüm üretirken
bir yandan da yeni talepler yaratarak krizin çözümüne yardımcı olmaktadır. Sermayenin
kentsel mekâna müdahalesini başka bir açıdan da ele alan Harvey, sınıfsal
ayrışmanın hiç olmadığı biçimde mekânsal ayrışmayı da yarattığını belirtir.
Ancak bu durumun sınıf konumlarını daha açık hale getirmesinin yanında sınıf
temelli olmayan bir bilinç odağını geliştirdiğini vurgular. Kendisini
kapitalist sınıfa karşı tanımlayan bir sınıf konumu yerine kentin belli bir
bölgesine aidiyet çerçevesinde ve diğer bölgelerle karşıtlık içerisinde tanımlayan
bir bilinç gelişir. Bu, yerel topluluk temelli bir bilinçtir. Sınıf bilincine
alternatif olarak belirginleşmesi çalışan sınıfların siyasal mücadelesine ket
vurduğu gibi tutarlı bir sınıfsal hareketin oluşumunu da engellemiştir. Bu
durumun sınıf eylemini olanaksız kılmadığını, sözkonusu dönüşüme uygun
stratejiler geliştirmenin kaçınılmaz hale geldiğini savunan Harvey, gelişmiş
kapitalist ülkelerde kendisini kentsel süreçlerin kalbine yerleştirmeyen her
siyasal hareketin başarısızlığa mahkûm olduğunu vurgular. Harvey’de olduğu gibi
yaşam mekânındaki çelişkilerin sınıfsal ya da sınıf dışı bir çelişki olarak
algılanması sorununu ele alan Ira Katznelson, devletin bu alanlara yönelik
geliştirdiği stratejilerin önemine vurgu yapar.
Örneğin devletin kentsel hizmetler konusundaki tercihlerinin
sınıfsal konumlarla çakışması durumunda işçi sınıfının kent mekânındaki
çelişkileri sınıf çelişkisi olarak görebilmesi kolaylaşırken, bu tercihlerin
sınıfsal sınırları dikkate almaması kentsel çelişkinin bağımsız bir niteliği
olduğu duygusunu güçlendirebilecektir. Benzer bir şekilde, merkeziyetçi ve
yerel düzeyde katılımı sınırlayan yapılar işçi sınıfının kentsel çelişkileri
daha üst düzeyde ve sınıfsal olarak görebilmesini kolaylaştırırken, çoklu ve
yerel katılım mekanizmalarına olanak veren bir devlet örgütlenmesi bu tür
sorunların yerel topluluk temelli sorunlarmış gibi görülmesine katkıda
bulunabilir. Fakat her iki durumda da sonucun ne olacağının mutlak bir
belirlemesi mümkün değildir. Nesnel ve öznel farklı mekanizmaların devreye
girmesiyle çok daha değişik sonuçların ortaya çıkması mümkün olabilmektedir.
Toplumsal oluşumları Althusserci bir yaklaşımla ekonomi,
ideoloji ve siyaset olarak üç temel uğrak çerçevesinde inceleyen Manuel Castells, yeniden üretim süreçlerinin kentsel düzeyde yarattığı çelişkilere
yoğunlaşır. Kent mekânının planlı yapısını siyasi kontrolün bir aracı; anıt,
anıtsal yapılar ve meydanları ise ideolojik yapının taşıyıcısı olarak
değerlendiren Castells, kapitalist toplumlarda kent mekânının özgünlüğünün
ekonomik kertedeki işlevlerinde yattığını belirtir. Üretim ve tüketim kent üstü
ölçeklerde örgütlenirken, (kolektif) tüketim kentsel alana özgünlük
sağlamaktadır. Emeğin yeniden üretimi için zorunlu olan sağlık, eğitim, konut,
ulaşım gibi alanlar 20. Yüzyılın ikinci yarısında ağırlıkla devletin
sorumluluğuna girmiş ve devletin bu alandaki yatırımları artmıştır. Ancak
devletin bu talepleri karşılamakta giderek zorlanmasıyla kentsel düzeyde
doğrudan emek-sermaye çelişkisine indirgenemeyecek yeni bir çelişki ortaya
çıkmıştır. Bu çelişki ağırlıkla devletle kentsel hizmetleri kullananlar
arasındadır. Castells’e göre, sınıfsal hareketlerle kentsel toplumsal
hareketler arasındaki ilişki görece özerklik taşımaktadır. Diğer yandan, kentsel
toplumsal hareketlerin anti-kapitalist bir nitelik kazanarak radikal bir
değişime yol açabilmesi daha geniş sınıfsal hareketlerle ne oranda ilişkilendirilebildiği
ve eklemlenebildiğiyle ilgilidir.
Değerlendirmelerinden
de anlaşılacağı üzere, kapitalizmin en yüksek aşamasına ulaştığı
emperyalist-kapitalist sistem kentleri olduğu kadar “kent mekanı”nda
gerçekleşen çelişkileri de büyütmekte ve çeşitlendirmektedir. Bu durumu ortaya
çıkaran sermayenin -krizlerle dolu- gelişimidir. Kapitalist sistem kendi
yarattığı aşırı üretim krizini çözme yeteneğine sahip değildir. Derinleşerek
tekrarlanan ekonomik krizler sermayeyi her geçen zaman diliminde daha asalak
bir hale getirirken sermayenin yapısı ve üretimin örgütlenişi de değişikliğe
uğrar. İşçi sınıfının üretim içerisindeki konumunda ve yapısında ortaya çıkan değişiklikler
bunun bir sonucu olarak gerçekleşir. Kentlerin sermaye birikiminde üstlendiği
rollerin artması ve çeşitlenmesi aynı sürecin bir parçası olarak gelişme
gösterir. Kuşkusuz tüm bu süreci canlı kılan esas hareket sınıf savaşımıdır.
Sermayenin
yönelimlerinin temel mantığı, işçi sınıfından en yüksek artı-değerin
sızdırılması ve üretilen metadan en yüksek karın elde edilmesidir. Bu nedenle
sermayenin yönelimlerinde birincil hareket noktası; işçi sınıfının birliğinin
dağıtılması, sınıf bilincinin kırılması, mücadele ve örgütlenme koşullarının
ortadan kaldırılmasıdır. Saldırı hem üretim alanları hem de yaşam alanlarını kapsamaktadır.
Üretimin
örgütlenişinde ve dolayısıyla işçi sınıfının yapısında yaşanan değişimler
birtakım post-modern teorilerin üretilmesine önayak olmuştur. Bu teorilerin
ortak noktası işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki devrimci
özne rolünün yadsınmasıdır. Ele aldığımız konu bu olmadığı için ayrıntılara
girmeyeceğiz. Fakat post-modern teorilerde temel tartışmalardan birini
oluşturan “hizmet sektörü”nün bahse konu ettiğimiz “kentsel hizmetler” tartışmasıyla
benzerlik taşıdığı vurgulanmalıdır. Birinde üretimin biçimine yapılan özel atıf
diğerinde üretimin mekânı olarak kendini göstermektedir. Somut birer olgu
oldukları sürece bu gerçeklikler reddedilemeyecek, bunların her birinin kendi
özgünlükleriyle birlikte kavranması bir zorunluluk olacaktır. Fakat açık ki Marksistler
sorunun merkezine, her zaman olduğu gibi, işçi sınıfının rolünü ve Engels’in yaklaşımında
da açığa çıktığı biçimde devrim perspektifini koyacaklardır.
IV.
Türkiye’de Kentleşme ve Konut Sorununun Gelişimi
Kentlerin gelişimi, genel olarak kapitalizmin gelişim seyri
içerisinde ve gelişmiş kapitalist devletler ağırlıklı tartışılmaktadır. Aynı
olgu, Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkeler açısından ele alındığında
tarihsel süreçlerin farklılığını dışarıda tutarsak genel çizgileriyle benzer sonuçlarla
karşılaşılmaktadır. Türkiye’de kentleşmenin ve konut sorununun yoğun olarak
yaşanmaya başlamasıyla konuya dair araştırma ve tartışmalar da başlamıştır.
Ancak özellikle 2000’lere gelindiğinde bu alandaki araştırmaların çok daha
yoğunlaştığı görülmektedir. Çoğunlukla yoksulluk tartışmaları ile paralel
yapılan araştırmalar, soruna dair ilginin yeniden gelişmesine katkıda
bulunmuşlardır.
Türkiye’yi incelediğimizde kent olgusunun büyük oranda
1950’liyıllarla birlikte tartışma konusu olduğunu görürüz. 1950’li ve ‘60’lı yıllar kırdan kente kitlesel göçlerin yaşandığı
yıllardır. Kırdan göçlerin yanında başta Balkanlar olmak üzere ülke dışından
göçler de yaşanmaktadır. Bu yıllar aynı zamanda Türkiye ekonomisi ve siyasetinde
çeşitli değişimlerin yaşandığı yıllardır. ABD başta olmak üzere emperyalist
devletlerle yoğunlaştırılan ilişkiler, Marshall yardımı bünyesinde yapılan yeni
yatırımlar, ithal ikame politikalarının hayata geçirildiği ekonomide belli bir ilerlemeyi
sağlamaktadır. Çok partili sisteme geçilmiş olması, önceki dönemin merkezci ve
planlı yapısında yaşanan esneklikler vb. toplumsal olarak da yeni gelişmeleri
beraberinde getirmiştir. Bu yıllar Türkiye’de gecekondu oluşumunun
belirginleştiği bir dönemi ifade eder. Devlet, gecekondu gelişimine kayıtsız
gibidir. Göçler sonucu şehirlere yığılan kitlelerin gecekondu girişimlerine ciddi
bir müdahalede bulunulmaz. Hatta onlara yerleşimleri için yer gösterildiği ve
yer yer konut inşa edildiğine rastlanmaktadır. Bu olguyu esas olarak Türkiye’de
belli bir gelişme gösteren kapitalist üretim ve bu üretimin ihtiyaç duyduğu
işgücü kaynağına bağlı olarak ele almak gerekir. Sözkonusu olan sayısal olarak
gelişme gösteren Türkiye işçi sınıfının konut ihtiyacının dolaysız bir
yansımasıdır.
Başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere göç devam ederken
1970’li yılların ilk dönemlerinde
devletin gecekondu yerleşimlerine küçük çaplı müdahaleleri de başlar. Bu
dönemin sonlarına doğru sadece kırdan kente göçler değil kentten kente göçler
de başlıca biçimlerden biri haline gelir. Devletin çözüm üretmediği koşullarda,
artan konut ihtiyacına halkın kendi olanaklarıyla çözüm üretme eğilimi ağır
basar. Devlet arazileri üzerinde gecekondu inşaatı ciddi boyutlar kazanır.
Devletin bu sürecin önüne geçmeye yönelik kimi yasal ve pratik girişimleri olsa
da ciddi sonuçlar yaratmaz. Değişik parti iktidarlarının farklı uygulamalarının
bunda etkisi vardır. Fakat asıl olarak merkezi ve yerel yöneticilerin, kaçak
yapılaşmada öne çıkan çıkar çevreleri ve mafya gruplarıyla ilişkilerinden
bahsetmek gerekir. Devlet arazileri üzerinde sadece gecekondu yapımında değil
büyük çaplı işyerleri ve konutların yapımında da kaçak yapılaşma sözkonusudur.
‘70’li yılların sonları aynı zamanda halkın devrimci örgütlerin önderliğinde
konut sorununa alternatif müdahalelerde bulunduğu yıllardır. Yine akrabalık ve
hemşericilik ilişkileri, özellikle yeni göç etmiş kesimlerin konut ihtiyacının
karşılanmasında dayanışma temelinde belli bir rol oynamaktadır.
Gecekondu mafyasının halkın konut ihtiyacı üzerinden önemli
rantlar elde ettiği, devletin, faşist grupların ve çetelerin saldırılarını
yoğunlaştırdığı bir ortamda gecekondu alanları hızla politikleşmekte ve
egemenler açısından ciddi tehlike olarak görülmeye başlanmaktadır. İşçi sınıfı
hareketi gelişmiş, devrimci örgütler işçi ve emekçi kitleler içerisinde
kitlesel bir boyut kazanmış durumdadır. Bu koşullar altında, gelişen gecekondu
hareketi artık devlet için farklı bir tehlikeyi de içinde barındırmaktadır. İlk
ve en önemli örneği 1 Mayıs Mahallesi’nin kuruluşunda gözlemlenen hareket,
diğer alanlarda da örnek alınmaya başlamış, birçok yerde devrimcilerin etkisi
altındaki gecekondu mahallerinin sayısı artırmıştır. 12 Eylül Askeri Faşist
Cuntası ile birlikte devrimci örgütler büyük darbeler alırken sözkonusu
harekette de ciddi gerilemeler yaşanmıştır. Ancak işçi ve emekçi kitlelerin ilerleyen
süreçte daha dağınık ve bireysel de olsa gecekondu yönelimi devam etmiştir.
’80
sonrası neo-liberal ekonomi politikaları çerçevesinde her alanda
olduğu gibi kentleşme dinamiklerinde de önemli değişimler kendini göstermiştir.
‘80li yılların sonlarına kadar görece daha yavaş ilerleyen neo-liberal dönüşüm,
‘90’lı yıllar ve özellikle 2000’li yıllarda büyük bir hız kazanmıştır. Özelleştirmeler,
esnek üretim, taşeronlaştırma, bankacılık ve finansın gelişimi (sermayenin daha
asalak bir karakter kazanması), tarımda yaşanan tasfiye, doğal kaynakların
talanı vb. bu dönemi tanımlayan belli başlı noktalar olarak öne çıkmıştır. Yine
T. Kürdistanı’nda yaşanan savaş, ekonomik yıkım ve göç çok yönlü etkileriyle
dönemin şekillenmesinde önemli sonuçlar doğurmuştur.
Kentler açısından ’80 sonrası, egemen sınıfların merkezi
kontrol, planlama ve yönlendirmesinin artmasıyla öncesinden ciddi bir farklılık
göstermiştir. Konut ve yerleşim politikalarında, seçim taktikleri ve yerel
yönetim uygulamalarından ileri gelen belli boşluklar yaşansa da artık kentten
sağlanan rantın asıl sahibi büyük sermaye (devlet/TOKİ, yerel yönetimler, şirketler)
olmaya başlamıştır. Türk egemen
sınıflarının kentin sağladığı kar ve olanakları keşfetmekte olduklarını söylemek
mümkündür. Kuşkusuz onları buraya yönelten belirli sebepler vardır. En başta
geçmiş sürecin deneyimleri göstermiştir ki, şehir yerleşimlerinde küçük-orta
sınıflara, yerel çıkar gruplarına ve halkın gecekondu eğilimine müdahalenin
yetersiz kalması politik kontrol açısından ciddi sorunlar yaratmaktadır. Birçok
yerleşim alanı devlete karşı hareketlerin örgütlenme mekânı olabildiği gibi
önemli bir kar kaynağı da kayıtdışı bir biçimde ara sınıflar arasında dağılmaktadır.
Yeni yönelimi belirleyen esas etken ise; emperyalist-kapitalist sistemin
yaşadığı ekonomik krizlerden derinden etkilenen Türk sermayesinin, yeni kar
alanları bulma konusunda yaşadığı vahşi dürtüdür. Kentin kendisi sermaye
birikiminde büyük bir kaynak olarak görülmekte, krizleri atlatmanın önemli bir
aracı olarak değerlendirilmektedir.
2000
sonrası kentlerin sermaye birikiminde oynadığı rol açısından yasal
mevzuat ve uygulamada geniş kapsamlı örnekler ortaya çıkmıştır. “Kentsel
dönüşüm” bir strateji olarak tanımlanmaya başlanmış, devlet/TOKİ, yerel yönetim
ve özel sektör işbirliği hız kazanmıştır.“Kentsel dönüşüm” yasalara girmiş,
“yerel yönetim reformu” adı altında tüm yerleşim alanlarında sermayenin
rahatlıkla cirit atabileceği koşullar yaratılmıştır. 2004’le birlikte kentsel
dönüşüm kanun tasarıları sürekli olarak gündemde kalmış ve yeni yasal
düzenlemeler peş peşe gelmeye başlamıştır. “Kentsel dönüşüm” politikaları bu
dönemde ya varolan kanunlarda yapılan değişiklikler ya da ayrı başlıklar
altında yasa ve yönetmelik hazırlanarak devreye sokulmuştur. Daha önceki görece
sınırlı uygulamaları saymazsak “Dikmen Vadisi Kentsel Dönüşüm Projesi”
gecekondu bölgeleri için hazırlanan ilk kentsel dönüşüm projesi olmuştur.
2004-2005 yılları AKP hükümeti tarafından “kaçak yapılaşmayla mücadele yılı”
ilan edilerek, başta İstanbul olmak üzere ülke genelinde türlü gerekçelerle
yıkım saldırılarının yoğunlaştığı bir dönem haline gelmiştir. Devamında farklı
zaman ve bölgelerde çeşitli projeler hayata geçirilmiş ya da halkın direnişi
karşısında ertelenmek zorunda kalmıştır. Egemen sınıflar ve onların hükümetteki
temsilcisi AKP tarafından sermaye birikiminin temel yöntemlerinden biri olarak
görülen yıkım projeleri, 2011’e gelindiğinde artık Türkiye tarihinde işçi
sınıfı ve emekçilere yönelik en kapsamlı saldırı stratejilerinden birinin adı haline
gelmiştir.
V. Esnek Üretim ve Günümüzde Kentler
Türkiye gibi ülkelerin kentleşme süreçleri ele alınırken sosyo-ekonomik
özellikler ve siyasal gelişmeler dikkate alınmak zorundadır. Sözkonusu
ülkelerle gelişmiş kapitalist ülkeler arasında benzerlik ve farklılık kendini
birlikte gösterir. Kapitalizmin üretim biçimi olarak belli bir gelişimi,
kentlerin görece uzun bir zaman diliminde bu üretim biçiminin etkisinde
şekillenişini beraberinde getirir. Fakat sözkonusu özgür bir kapitalizm
olmadığı, emperyalizme bağımlı olduğu için kentlerin gelişimi de bu bağımlılık
ilişkilerinin seyrine göre değişik biçimler alır.
Türkiye’de göç ve kentleşme de sanayinin gelişiminin etkisi
olsa da tek etken bu değildir. Emperyalist programlar etrafında tarımda izlenen
politikalar ve savaş gerçeği, kentleşmede özellikle ‘90’lı yıllardan sonra
başat bir rol oynamıştır. Türkiye’de, kapitalizmin klasik gelişim döneminde
olduğu gibi sanayileşmeyle uyumlu bir kentleşme yaşanmamış, kentleşme
sanayileşmeden önde gitmiştir. Bu durum kentlerin plansız gelişimini kronik bir
sorun haline getirmiş ve kayıtdışı sektörleri artırmıştır. Kayıtdışı
sektörlerin gelişimi göçle gelen kitlelerin belli bir bölümünü üretim içerisine
çekse de kitlesel işsizlik ve yoksulluk Türkiye kentlerinin vazgeçilmez bir
parçası haline gelmiştir. Kentlerin çarpık ve dengesiz yapısı, üretim
ilişkilerinin doğal bir sonucu gibidir. Aynı kent sınırları içerisinde ve hatta
yan yana; zenginlik, yasallık, lüks konutlar, şaşaalı yaşam ile yoksulluk, yasa
dışılık, gecekondu ve sefalet birbirini tamamlar.
Ortaya çıkan sonuçları uluslararası düzeyde incelediğimizde
Türkiye’ye özgü niteliklerin emperyalist-kapitalist sistemin genel çizgileri
dışında olmadığını tam tersine bu çizgilerin çeperinde gerçekleştiğini görürüz.
Emperyalist ülkeler daha yüksek teknolojili üretime geçtikçe eskiyen
teknolojiye uygun üretim kollarını yarı-sömürgelere kaydırmaktadır. Üretimde
denetim ve tasarım gibi işlevler emperyalist merkezlerde kalırken yoğun emek
gerektiren üretim dalları ve özellikle montaj süreci, ucuz işgücünün bulunduğu
ülkelerde gerçekleştirilir. Üretim süreci dünya çapında parçalara ayrılır ve
esnekleştirilirken bunun yarı-sömürge ülkelere yansımaları çok daha küçük ve
parçalı bir yapıyı ortaya çıkarır. Sonuç olarak büyük şehirlerde küçük ölçekli,
esnek, kayıtdışı üretim biçimleri genel yaygınlık kazanırken işçi sınıfının
ağırlıklı bir kısmı da düşük ücretli, güvencesiz ve örgütsüz olarak çalıştırılır.
Sermayenin uluslararası işbölümü, kentlerin de uluslararası
alanda bu işbölümüne göre şekillenmesine yol açar. Yatırım ve istihdam dünyanın
ve ülkelerin belli bölge ve kentlerinde yoğunluk gösterir. Üretim
zincirlerindeki iç hiyerarşi, benzer şekilde kentler arasındaki hiyerarşiyi yeniden
yapılandırır. Bazı bölge ve kentler üretim merkezleri olarak öne çıkarılırken
diğer bazıları finans, turizm ya da tarım merkezleri olarak kendini gösterir.
Daha önceleri birbirini tamamlayan bir işbölümü olarak sunulan sözkonusu hiyerarşi,
“küreselleşme” adı verilen ve sermayenin uluslararası pazarlarda dizginsiz
olarak dolaştığı yeni süreçte ise tamamlayıcılık ilişkisi dışında tanımlanmaya
başlar. Oluşan yeni durum, ‘uluslararası
ölçekte dolaşan ve kendisi için en karlı yerel birimi arayan sermaye ile
sermayeyi kendine çekmeye çalışan yerel birimler’ şeklinde ifadesini bulur.
“Yarışan yerellikler” olarak da kavramlaştırılan bu strateji, emperyalist
sermayeyi kendine çekebilmesi için, ‘yerele’ yeni görevler yükler. Yerelden kastedilen esas olarak yarı-sömürge
ülkeler ve geri bırakılmış bölgelerdir. Bu ülke ve bölgelerin coğrafi konum,
doğal kaynaklar, teknik ve sosyal altyapı, vergi oranları, ‘nitelikli ama ucuz
işgücü’ olarak belli özelliklere sahip olması ya da aynı amaçla bazı kıstasları
yerine getirmesi gerekmektedir. Türkiye’de de yaygın şekilde görüldüğü gibi
yasal düzenlemelerle, alan sermayeye uygun hale getirilmekte ve kapitalistlerin
karı garantilenmektedir. Böylece önceden kitlesel tüketimin ve emeğin yeniden
üretiminin mekânı olarak öne çıkan ‘yerel’, uluslararası sermayenin karını
artıracak biçimde esnek üretimin örgütlendiği bir mekâna dönüşmektedir. Siyasal
alanda ulus-devletin zayıflaması ve yerelin özerkleşmesi olarak da sunulan bu
süreç, yarı sömürge ülkelerde üretim alanları arasındaki dengesizliği daha da artırarak
bölgesel farklılık ve çelişkileri geliştirir.
VI.
Yaşam Alanlarında Sınıf Bilinci ve Örgütlenme
Kente ve yaşam alanlarına dair belirtilen süreç işçi sınıfı
mücadelesini ve özel olarak da bu mücadelenin örgütsel yapılarını doğrudan
etkilemektedir. Siyasal partiler, sendikalar, dernekler ve diğer örgüt
biçimlerinin her biri bu süreçten farklı etkilenmekte, teorik hedeflerle pratik
uygulamalar arasında önemli bir çelişki kendini göstermektedir. İşçi sınıfı ve
emekçilerin yaşadığı bölgelerde ve bunlar içerisinde de devrimci yapıların
çalışma yürüttüğü mahallelerde bu durumu gözlemlemek mümkündür. Tek başına
sözkonusu mahalleler bile kapsamlı ve çok etkileyenli bir ilişki gösterirler. Üretim
ilişkilerinden ortaya çıkan nesnel gerçekler, sınıf mücadelesinin ve bu
mücadeledeki öznel güçlerin dolaysız etkilerine maruz kalmaktadır. Konumuz
özgülünde ekonomik süreçler, siyasal gelişmeler, alan özgünlükleri, örgütsel
yapılar, ideolojik şekillenişler ve mücadele gelenekleri gibi her biri ayrı bir
başlıkta ve kendi iç çelişkileri dâhilinde ele alınabilecek birçok nokta
bulunmaktadır. Bütün bunları şu an inceleyebilmemiz mümkün olmadığından genel
belirlemelerle yetineceğiz.
Türkiye özgülünde “düşük sanayileşme-hızlı kentleşme” olarak
da tarif edilen süreç, hizmet sektörünün gelişimine eşlik etmektedir. Artık
işçi sınıfının önemli bir bölümü, özellikle büyük kentlerde, bu sektörde
istihdam edilmektedir. Hizmet sektöründeki istihdama “küçük çaplı, esnek, parça
başı, kayıtdışı, fason, merdiven altı” vb. tanımlarda da ifadesini bulan sanayi
üretimlerini de dâhil ettiğimizde işçi sınıfının şekillendiği iki temel süreç
kendini göstermektedir. Birincisi, kentler ve yaşam alanları
kitlesel üretimin gerçekleştirildiği büyük bir ‘fabrikaya’ dönüşmektedir. Ne
var ki bu ‘fabrika’, üretim mekânı olarak ‘geniş ama parçalı’ bir yapı sunduğu için
üretim sürecinde işçi sınıfı da parçalara ayrılmak zorundadır. Bu alanlarda
işgücü ücretleri düşük bir seyir izlerken sınıf bilinci ve örgütlenmenin de
düşük seviyede olduğu gözlemlenmektedir. Bu kategorideki işçiler işçi sınıfının
büyük çoğunluğunu oluşturmakta ve güvencesizliği yoğun olarak yaşamaktadırlar. İkincisi,
devlete veya özel sektöre ait görece büyük ve orta boylu işletmelerin ‘90’lı
yıllardan sonra hakim hale gelen biçimle kendi içinde parçalara ayrılmasıyla
işçi sınıfının birliği daha da zayıflamıştır. Birinci kategoride ele alınan
işletmeler kadar küçük ve parçalı bir yapıda olmasa da “özelleştirme,
taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, esnekleştirme” süreci işçi sınıfının bu
alandaki örgütlü gücünü geriletmiştir. Sendikal örgütlenmeyi düzenleyen yasalar
bu gerilemeyi sürekli olarak beslerken, sonuçta işçi sınıfının görece örgütlü
ve ücret olarak iyi durumdaki bu kesimi de hızla güvencesizleşmektedir.
İşçilerde sınıf bilincinin oluşumunda üretim ve yaşam
alanlarının farklı etkileri olsa da bu bilinci belirleyen sadece anılan olgular
değildir. Sınıf ya da toplumsal sınıflar durağan değil hareketli bir gerçekliği
ifade etmektedir. Doğal olarak sınıf bilinci, işçilerin sınıf mücadelesinin
dolaysız süreçlerinde ne kadar deneyim kazandıklarıyla da alakalıdır. Belli bir
ülkenin sınıf mücadelesindeki deneyimleri, o ülkenin ekonomik-kültürel
özellikleri kadar siyasi ve örgütsel geleneklerini de dikkate almayı
gerektirir. Bu açıdan baktığımızda işçi sınıfı mücadelesinin değişik örgütlü
yapılarının da sözkonusu sürece uyum sağlayamadıkları, sınıf bilincinde yaşanan
kırılmanın (ve oluşmamanın) bir parçası oldukları görülecektir.
Sözkonusu nesnel süreçler ve öznel güçlerin etkisiyle yaşam
alanlarında sınıf bilinci ve sınıf hareketi gelişmemiş, bu alanlardaki
hareketlerin genel işçi hareketiyle ilişkisi de geri ve istikrarsız bir biçim
almıştır. Diğer yandan hızlı politize oluş nedeniyle ağırlıklı olarak devlete
yönelen ve radikalleşebilen bir hareket dikkat çekmektedir. Yaşam alanlarında
genellikle yöre/çevre dernekleri, politik örgütlenmelere ait kurum ve dernekler
ağır basmaktadır. Sözkonusu örgütlenmeler yaşam alanları tarafından
belirlenirken bir yanıyla da onları belirlemektedir. Yaşam alanları yöre, ulus,
mezhep vb. özdeşlikler çerçevesinde bir araya gelişlerin mekânı olabilmektedir.
İşçi sınıfı ve küçük burjuvazinin değişik katmanlarının bir arada yaşadığı bu
alanlarda, ortak yerel sorunlar etrafında geniş tabanlı bir araya gelişler ise
daha dikkat çekmektedir. Ve son olarak yaşam alanları, değişik toplumsal
kategorilere göre belli sorunlar etrafında gelişen hareketlere de zemin
yaratmaktadır. İşçi, gençlik, kadın, küçük esnaf, emekliler vb. bu temelde
sayılabilir.
Yaşam alanlarındaki bilincin şekillenmesinde değinilmesi
gereken bir başka nokta ise alanın işçi havzalarıyla olan yakınlığı ve
ilişkisidir. Daha baştan itibaren sanayi üretim alanları olarak gelişen
alanlarda üretim ve yaşam alanlarının birlikteliği daha rahat
kurulabilmektedir. Sözkonusu il, ilçe veya semtlerde yaşayanlar ağırlıklı
olarak yakındaki aynı sanayi bölgesinde çalışmakta, üretim alanlarındaki bilinç
ve örgütlenmeleri yaşam alanlarını da şekillendirmektedir. Bu özdeşlik
sayesinde üretim alanları üzerinden yaşam alanlarını; yaşam alanlarından da
üretim alanlarını örgütleyebilme gibi özgün deneyimler ortaya çıkabilmektedir.
Oysa işçi sınıfının (özelde sanayi işçilerinin) bu derece belirleyici olmadığı,
işçilerin birçok değişik üretim alanına dağıldığı yaşam alanlarında bu
birliktelik zayıf kalmaktadır.
Yaşam alanlarında sınıf bilinci ve sınıf örgütlenmelerinin
zayıflığı ülkedeki sendikaların yapısı, mücadele ve örgütlenme gelenekleriyle
birlikte de değerlendirilmelidir. Bu kapsamda örneğin sendikaların; özel
sektörde ve küçük işletmelerde örgütlenme çabalarının çok az olması, ücret
sendikacılığının hakim hale gelmesi, faaliyetlerini üyelerinin işyeri
haklarıyla sınırlaması, işyerlerinin dışına çıkmaması ve özellikle yaşam
alanlarına, bu alanda örgütlenmeye ilgi göstermemesi vb. belirtilebilir.
Kuşkusuz “sendikalar” ifadesi kendi içinde bir genelleme taşımaktadır. Bu
yüzden sendikalar değerlendirilirken büyük bir bölümünün bürokratik ve işbirlikçi
bir yapıya sahip olduğu belirtilmelidir. Fakat bunun böyle olması ilerici,
demokrat, devrimci dediğimiz sendikaların sözkonusu gerçekliğin dışında olduğu
anlamına gelmemelidir. Sınırlı birtakım girişimleri saymazsak belirtilen
noktalarda bu sendikalar arasındaki fark ‘daha az’ ile ‘daha çok’ arasındadır.
Yaşam alanlarındaki bilinç ve örgütlenmelerin
şekillenmesinde sınıf mücadelesinde yer kaplayan parti, sendika ve derneklerin,
bunlara hakim olan çizgilerin de önemli bir payı olduğu açığa çıkmaktadır. Her
ülkenin işçi hareketinde ve mücadele geleneklerinde farklı yaklaşımlar ortaya
çıkabilmektedir. Bazı ülkelerde işyeri ve yaşam alanlarındaki örgütlenmelerin
birlikteliği sağlanabilirken birçok ülkede ise işyerinde kendini işçi yaşam
alanında ise etnik-dinsel bir grubun üyesi olarak gören bir bilinç
şekillenmektedir. Uluslararası sermaye, günümüzde izlediği üretim
stratejileriyle, sözkonusu sorunları ulusal sınırların ötesine taşıyarak genel
bir karakter kazanmasını sağlamıştır.
Avrupa’daki emperyalist ülkeler ve ABD başta olmak üzere,
gelişkin kapitalist ülkelerde gözlemlenen göçmen hareketleri bu soruna işaret
etmektedir. Sınıfsal konum olarak büyük oranda işçi sınıfına dâhil olmasına,
daha da ötesi işçi sınıfının en alt katmanlarını oluşturmasına karşın
göçmenlerin o ülkedeki işçi hareketiyle bağları genellikle çok zayıftır. Hatta
ülkedeki sosyalist parti ve sendikalara karşı uzaklık ya da güvensizlik olarak
tarif edilebilecek bir gerçeklik bulunmaktadır. Etnik ve kültürel olarak
ayrımcı politikalarıyla emperyalist devletler bu çelişkiyi kışkırtan bir yerde
durmaktadır.
Türkiye’de yaşam alanlarında işçi hareketine karşı
gözlemlenen kayıtsızlığı bu duruma benzetebiliriz. Sanırız bu kapsamda en
dikkat çekici olgu olarak Kürt işçilerin durumu örnek verilebilir. Belli başlı
büyük şehirler özgülünde “işçi sınıfının
Kürtleşmesi” ya da “Kürtlerin
işçileşmesi” gibi tartışmaların konusu olan bu olgu, işçi hareketini de
doğrudan etkilemektedir. Kürt işçiler de ağırlıklı olarak işçi sınıfının en
güvencesiz ve alt tabakalarını oluşturmakta, sınıfsal örgütlenmelerde biraraya
getirilemedikleri oranda ise işçi hareketinin zayıflığının temel nedenlerinden
biri haline dönüşmektedir. Kürt işçilerde ulusal temeldeki bilinç ve bunun
etrafında devleti hedefleyen ciddi politik mücadeleler hakim şekillenişi ifade
etmektedir. Kürt işçiler yaşam alanlarındaki şekillenişin yansımalarını da
kendi özgünlükleri içerisinde yaşamaktadır. Fakat bu sorunun gelişiminde Türkiye’de
işçi hareketiyle bağlantılı parti ve sendikaların şoven ya da sosyal şoven niteliklerini
göz ardı etmemeliyiz. Örneğin asıl gücünü Batı’daki büyük şehirlerde bulunduran
işçi sendikalarının, büyük bir bölümünün şoven veya en iyi durumda sosyal-şoven
niteliklere sahip olması Kürt işçilerin güvensizliğini beslemekte ve onları
uzaklaştırmaktadır. Memur sendikalarına baktığımızda ise Kürt emekçilerin belli
sendikalarda ciddi anlamda örgütlü olduğunu görürüz. Bu durumun oluşumunu
belirleyen değişik etkenler (çalışma alanları, üye profili, Kürt hareketinin
politikaları…) sözkonusu olmakla birlikte, belli memur sendikalarında şovenizm
ve sosyal-şovenizmin önemli oranda kırılabilmesini vurgulamak gerekir.
Yaşam alanlarıyla ilgili, son olarak sistemin ve devletin
saldırılarını belirtmek gerekmektedir. Egemen sistemin kent merkezlerinde
olduğu gibi işçi sınıfının yaşam alanlarında da artan biçimde kendi değerlerini
ve kurallarını hakim kılmasıyla birlikte bu alanlar ciddi bir tehditle yüz yüze
kalmışlardır. Esnek çalışmanın, güvencesizliğin ve işsizliğin de mekânı olan bu
alanlar, üretime uygun olarak, parçalanmış hayatları da ortaya çıkarmakta, her
türlü “adli suça” yataklık edebilmektedir. Sistemin bu kesimlere sunduğu ve
onları iteklediği yer yine sistemin “arka sokaklarıdır.” Uyuşturucu, çeteleşme, fuhuş, hırsızlık ve
genel olarak yozlaştırma saldırıları, devlet tarafından belli mahallelerde özel
olarak geliştirilmektedir. Halka, derneklere, gençlere yönelik polis
saldırıları, gözaltı ve tutuklamalar özellikle devrimci çalışmaların bulunduğu
alanlarda süreklilik kazanmış durumdadır.
VII.
“Kentsel Dönüşüm” ve Yıkımlara Karşı Mücadele
Van depreminin ardından “kentsel dönüşüm” adı verilen yıkım
ve rant politikalarına hız verildiği gözlemlenmektedir. Özellikle İstanbul
üzerinden yürütülen tartışmalarda şehirlerin depreme hazır olmadığı en temel
argüman olarak öne çıkarılmaktadır. Hükümetin halkı ikna edemediği ve uygulama
noktasında ağırdan almak zorunda kaldığı bir ortamda deprem hükümete arayıp da bulamadığı
fırsatı vermiş gibidir. Deprem bahane edilerek yapılan yasal düzenlemelerde projeyi
hayata geçirmeyi amaçlayan birçok taktik yöntem dikkat çekmektedir. Fakat asıl
öne çıkan ve her şeyin sonunda vurgulanan noktayı “kamulaştırma” yani zor
yöntemi oluşturuyor. İşte bu zor yöntemi sürecin zorlu geçeceğinin de itirafı
durumundadır.
Son “kentsel dönüşüm” saldırısı, Türkiye’de egemen
sınıfların kentleri merkezi planlamalarla yeniden inşa etmeyi amaçlayan en
kapsamlı girişimidir. Bu yönelimin Türk sermayesine has bir durum olmadığı ele
alınan konular içerisinde açıklanmaya çalışılmıştır. Emperyalist sermaye ilk
olarak gelişmiş kapitalist ülkelerde bu politikayı uygulamış ve özellikle kriz
süreçlerinde ulusal ekonominin durgunluğa girmesini engellemeyi amaçlamıştır. Emperyalist
sermayenin konut satışına dayalı ekonomi politikaları birçok kapitalist ülkede son
sınırlarına ulaşarak çökmüştür. Bu çöküş işçi sınıfı ve emekçilerin
yoksullaşması, birçoğunun ipotek borçları altında ezilmesi sonucunu
doğurmuştur.
İthal ikameci ekonomi politikalarının terk edilmesinin
ardından sermayenin finanstan sonra dünyada en fazla yatırım yaptığı alanların
başında kent yatırımları gelmektedir. Bu yönüyle Türkiye’deki “kentsel dönüşüm”
politikası, emperyalist sermayenin ihtiyaçları ve yönelimlerinden bağımsız
değildir. Ancak ülkemizdeki sermayedarların ve onların sözcülüğünü yapan
hükümetin büyük bir iştahla kentsel dönüşümü savunması, ülkemiz egemen
sınıflarının yeni sermaye üretim alanlarına da ayna tutmaktadır. Yıkım politikasıyla
ağırlıklı olarak inşaat ve bankacılık sektöründe büyük kar artışları
amaçlanmaktadır. Beraberinde ise kentsel dönüşümün ihtiyaç haline getireceği
(ya da sermayenin ihtiyaç olarak sunacağı) birçok sektör ve üretim dalında kar
artışlarının sağlanması amaçlanacaktır. Bu birikim ve karın nereye akacağını
ise bu politikanın mimarları ve savunucularını takip ederek anlayabiliriz. En
genel anlamıyla devlet, hükümet, TOKİ, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, büyük
şehir belediyeleri ve yerel yönetimler bu sürecin örgütleyicileri olarak aynı
zamanda kazanan tarafı da olmayı hedefleyeceklerdir. Büyük inşaat firmaları ve
bankalar ise sermaye yatırımlarına oranla en fazla karı elde edecek kesimler
olacaktır.
Kapitalizmin tarihi ve daha önce yaşanan deneyimler, kentsel
dönüşümün nasıl bir birikim ve kar sağlayacağını anlamamıza yardımcı olmaktadır. İlk olarak, ülkemizde kentsel dönüşümün
özünde zor tehdidi ve dolaysız zor uygulamasıyla bir el koyma ve yıkım saldırısı
olduğu belirtilmelidir. Bunun kapitalizm tarihindeki adı; mülksüzleştirme
yoluyla birikimdir. El konan mülkün; yani ev, arsa ya da binanın yerine
verileceği söylenen ama gerçekte mülkü elinden alınanların kiracı konumuna
düşecekleri bir model ortaya çıkmaktadır. Borçlandırma ve ipotek altına alma,
el koyma ve yıkımın ardından bu modelin tamamlayanı olmaktadır. Yine ev, arsa
ve kira spekülasyonlarıyla metaların gerçek değerlerinin üzerinde
fiyatlandırılması önemli bir rant kaynağını ortaya çıkarılabilmektedir.
İkinci
olarak ise, borç ve ipotek tehdidi altındaki işçi sınıfı ve emekçilerin üretim
alanında işverenle pazarlık gücünün yok edilmesi yönündeki amaç belirtilmelidir.
Eğer sahip olabilmişse ipotek altındaki evine el konma korkusu,
işini kaybetme kaygısıyla birleşerek, devletin ve işverenlerin belirlediği
çalışma koşulları ve ücretlere itiraz edememe durumunu yaygınlaştıracaktır.
Özellikle de yedek işgücünün, yani işsizlerin bu kadar yüksek sayılarda olduğu
bir ülkede, eğer planlandığı şekilde hayata geçerse uygulamanın nasıl sonuçlar
yaratacağını kestirmek güç değildir.
“Kentsel dönüşüm” projesi, bugüne kadar yapılan açıklamalara
ve yasal düzenlemelere baktığımızda, belli başlı büyük şehirler esas olmak
üzere tüm şehirleri kapsayabilecek bir genişliğe sahiptir. Sadece İstanbul’da
milyonlarca binanın yıkılmasından bahsedilmektedir. Bir yandan büyük proje ve
yatırımların şaşaalı reklamları, merkezi ve yerel yöneticilerin birbiri ardına
açıklamaları sürmekte bir yandan da belli alanlarda site, gökdelen, iş ve
alışveriş merkezleri yükselmeye devam etmektedir. TOKİ, Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı, büyük şehir belediyeleri, İstanbul Kentsel Dönüşüm Müdürlüğü gibi
kurum ve kuruluşlar sınırsız yetkilerle (bir ilçeyi yıkma kararı alabilme,
acele kamulaştırma vb.) donatılmasına karşın egemenlerin ortaya çıkacak sonucu
tam olarak kestirebildiklerini söylemeyiz. Televizyon programlarında coşkulu
bir gayretle yapılan propagandaya, deprem istismarı ve demagojiye bakıldığında
devlet yöneticilerinin kaygısını görmek mümkündür. Ancak egemenlerin
karşılaştığı güçlüğü en iyi ifade eden durum; mal sahipleri ikna edilemediği ve
anlaşma sağlanamadığında devreye “kamulaştırma”nın gireceğinin özellikle
vurgulanmasıdır.
“Afet Riski Taşıyan
Alanlarda Dönüşüm” adı altında yeni hazırlanan kentsel dönüşüm yasa taslağına
ilişkin Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın yaptığı açıklamalarda da kamulaştırma ve
yıkıma dikkat çekilmesi anlamlıdır. Açıklamalara göre önce bakanlığın
koordinasyonunda hazırlanan yasa yılbaşına kadar meclise sunulacak, ardından da
Kat Mülkiyeti, İmar Affı ve Yapı Denetim Kanunu yenilenecek. Bakanlığın
Türkiye’deki tüm binalarla ilgili raporunu hazırlamasından sonra ise deprem
riski yüksek bölgelerdeki konutların yıkımına başlanacak. Gecekondu ve kaçak
yapılaşma konusundaki yetki bakanlığa alınırken, bu yapıları yıkmayanlar olursa
ise onlara sormadan kamulaştırılıp yıkılacaklar. Diğer yandan kat ittifakının
bulunduğu binaların satışında “kat maliklerinin tamamının izni” hükmü kaldırılarak
“çoğunluğun kararı” yeterli hale getirilmektedir.
Önümüzdeki süreçte de projelerin, yasaların,
yönetmeliklerin, yalan ve demagojilerin bolca ortada dolaştığına tanık
olacağız. Fakat adım adım yoğunlaşan haliyle de yıkım saldırıları yakın zamanda
hayata geçirilmeye çalışılacaktır. Saldırıya karşı mücadelenin doğru bir
çizgide geliştirilebilmesi için, devrimci ve komünistlerin soruna dair temel ilke ve
anlayışlarıyla hareket etmesi gerekmektedir. Bu kapsamda işçi sınıfı ve emekçi
halkın konut sorununun sınıf mücadelesinin bir parçası olarak
değerlendirilmesi, yaşam alanlarında gerçekleşen mücadelelerin sınıf
hareketiyle bağının kurulması ve devrim hedefine yönlendirilmesi en genel
ilkeleri ifade etmektedir. Reform ve devrim ikileminde, reformlar için
mücadelenin devrim mücadelesine tabi kılınması, konut sorununda da bu
yaklaşımın yaratıcı bir biçimde hayata geçirilmesini gerektirir.
Kentsel dönüşüm
uygulamalarında öne çıktığı şekliyle sermayenin değer ölçütüne, kar ve rant
sağlama amacına karşı kullanım değeri ve halkın dolaysız barınma ihtiyacının
öne çıkarılması gerekmektedir. Sermayenin belirlediği kavram ve tartışmaların
dışına çıkılamadığında haklı taleplerin yeterince ifade edilemeyeceği ve halkın
kendi dilinin yaratılamayacağı açıktır. Yıkımlara karşı çıkmakla sınırlı
kalmayıp belli talepler ve alternatif önerilerle mücadelenin
zenginleştirilmesi; egemenlerin yalanlarını açığa çıkarmakta özel bir rol
üstleneceği gibi koşullarının oluştuğu durumda halkın demokratik inisiyatifine
dayalı çözüm örneklerini de ortaya çıkaracaktır. Merkezi planlama ve
dayatmalara karşı, yaşam alanlarındaki halkın demokratik kararlarının esas
alınması; deprem, altyapı ve konut sorununa halkın inisiyatifinin tanındığı
yerinde çözümlerin savunulması mücadeleyi zenginleştirecek belli başlı talepler
olarak ifade edilebilirler.
Egemen sınıfların kentsel dönüşüm stratejisine karşı işçi
sınıfı ve emekçilerin de kendi mücadele stratejilerini oluşturmaları zorunludur.
Mücadele stratejilerinin belirlenmesinde kuşkusuz ki asıl görev devrimci
güçlere düşmektedir. Ancak bu stratejilerin soyut bir biçimde belirlenebilmesi
mümkün değildir. Öncelikle somut araştırmalar yapılmalı ve belirlenen yıkım
alanlarıyla bağlar güçlendirilmeli veya kurulmalıdır. Yaşam alanlarındaki halka
yönelik olarak bilgilendirme çalışmaları yürütülmeli, bu sayede alanda yaşayan
halkın genel profili ve yıkımlar konusundaki eğilimleri de açığa
çıkarılabilmelidir. Açığa çıkacak durum, yapılacak çalışmalarda her alan
özgülünde hangi konu, araç ve yöntemlerin öne çıkarılacağına dair de veriler
sağlayacaktır. Yıkım alanlarıyla kurulacak somut ve canlı bağlar her bir
aşamada mücadelenin hangi zeminler üzerinden yükseleceğine ışık tutacaktır.
Zira egemenlerin ‘kusursuz’ proje ve planlarına karşın, uygulamaya geçtiğinde, yıkım
saldırısının sınıf mücadelesinde bambaşka bir tablo ortaya çıkaracağı görülmelidir.
Bu tabloda haklı talepler, mücadele ve direniş başat bir yerde olacak ve asıl
savaş o zaman başlayacaktır. Savaşın başladığı aşamada, taktik ve somut önderliğin
her zamankinden daha önemli hale geleceği, her anın kritik bir rol kazanacağı, ideolojik
ısrar ve örgütsel dayanıklılığın sonucun belirlenmesinde tayin edici olacağı
hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır.