27 Haziran 2012 Çarşamba

Kentsel Toplumsal Muhalefeti Yeniden Tartışmak

Kentsel Toplumsal Muhalefeti Yeniden Tartışmak




İMECE Toplumun Şehircilik Hareketi
(14-16 Kasım 2011 tarihlerinde İstanbul'da düzenlenen 7. Türkiye Şehircilik Kongresi'nde sunulmuştur)

Özet

Her gün yeni kararlar ve planlarla gerçekleşen kentsel mekânın dönüşümü ve bu dönüşümle yaşamları baskı altına alınan toplum kesimlerinin örgütlediği muhalefet, bugün yeniden tartışılması gereken bir noktada bulunuyor. Bu nedenle, kentsel mücadelenin bugünkü durumunu anlamak ve bundan sonra nasıl şekilleneceğini tartışmak önem taşıyor.

İktidarın en önemli siyasal ve ekonomik projelerinin merkezinde olan kentsel mekan bu uygulamalara karşı duran toplum kesimlerini farklı boyutlardaki projeler, konular ve sorunlarla karşı karşıya bırakmaktadır. 2B alanlarının satışı, HES’ler, büyük ulaşım projeleri, tarihi ve kültürel varlıkların, kamusal mekânların ve kamu arazilerinin kentsel dönüşüm kararlarıyla elden çıkarılması, emekçi kesimin ve kent yoksullarının yerleşim alanlarının kentsel dönüşüm projelerine konu olması sonucunda bu kesimlerin daha da yoksullaştırılması yeniden nasıl bir kentsel muhalefet sorusunu öne çıkartmaktadır.

Böylesi bir ortamda muhalefetin parçalı ve dar bir alanı kapsayan bir yapıda olması, bir yandan sürecin getirisi olarak olağan karşılanabilecekken diğer bir yandan da oldukça sorunlu bir yapıyı beraberinde getirmektedir.

Önemi her geçen gün artan kentsel mücadele ve muhalefet yeniden farklı alanlarda örgütlenirken, çeşitli uygulamalarla güç de kaybetmektedir. Özellikle kentsel toplumsal muhalefetin son yıllarda hem ortaya çıktığı hem de yoğunlaştığı, büyük toplum kesimlerini etkileyen kentsel dönüşüm projelerinde izlenen stratejiler mücadelenin ve muhalefetin yönünü değiştirici ve ayrıştırıcı karakterde olabilmektedir. Bugün bu mücadelelerin ivmesi yeni yasal düzenlemeler yapılarak ya da farklı ‘uzlaşı zeminleri’ oluşturularak kırılmak istenmektedir. Kentsel muhalefetin en kırılgan noktası olan mülkiyet olgusunun ön plana çıkarıldığı “yeni rant paylaşımı” kurgusu, yeni bir “rıza” mekanizmasının kurulmasına temel hazırlayarak kentsel alan üzerindeki karar ve projelerden birebir etkilenen kesimlerin mücadelenin öznesi olmasını engellemeye çalışmaktadır. Bu süreçlere eşlik eden, kurucu iradeye hak tanımayan göstermelik katılım söylem ve pratikleri de yer yer ortak bir muhalif hattın kurulma çabasını zayıflatmaktadır.

Kentsel hareketlerin tümünde bir takım sorunların ve gerilemenin gözlendiği, bu tıkanmanın nedenleri arasında seneler önce üretilen söylemlerin muhafaza edilmesi, pratik ve teorik anlamda ilerleme sağlanamamış olması gibi sorunların yattığı bilinmektedir. Bu nedenle bu çalışmada, meşruiyet zeminini ve söylemini yeniden kuran siyasal iktidarın ve sermayenin kullandığı yeni araçlar irdelenerek, merkezi ve yerel iktidarın muhalefeti ve araçlarını nasıl dönüştürdüğü ve buna karşılık muhalefetin durumu ve yeniden nasıl örgütlenebileceğine dair öneriler tartışılacaktır.

GİRİŞ: Mekana Müdahale Biçimlerine ve Mücadele Pratiklerine Dair

Kentsel mekan, iktidar projelerinin merkezinde yer alan, çatışan çıkarların alanıdır. Mekan bir yandan güç ilişkilerinin dinamikleri ile şekillenirken bir yandan da bu güç ilişkilerini şekillendiren bir yapıya sahiptir. Gündelik hayatın siyaseti içerisinde toplumsal yaşamın belirleyeni ve aynı zamanda toplumsal yaşam tarafından belirlenen mekan, toplumsal tahayyülün de göstergesidir. Mekan üzerinde yaşanan çatışmalar ve mücadele hatları, mevcut siyasi hayatın dinamiklerinin de bir yansımasıdır.

Bugün Türkiye’deki kentsel mekanın şekillenme ve yeniden yapılanma sürecine baktığımızda 2000 yılından sonra iktidara gelen AKP hükümetinin politik-ekonomik hegemonyasının kurulmakta olduğu görülmektedir. AKP’nin ekonomik stratejilerinden biri kentler üzerine kuruluydu. Bu stratejinin nihai hedefi mekan üzerinde hakim olacak, rantın yeniden dağıtımını sağlayacak ve toplumsal, gündelik hayatı kontrol edebilecek bir kentsel politika anlayışını yaratmaktı. Bunun için ‘kentsel dönüşüm’ gibi uygulama yöntemleri belirlenirken bu uygulamaları gerçekleştirmek için devlet kurumlarında yeniden yapılanmaya gidildi ve merkezi hükümetin yerel politikalarda ve uygulamalardaki etki alanı genişletildi. Bu stratejinin en açık sonucu yetkilendirilmede sınır tanımayan Toplu Konut İdaresi - TOKİ'nin yeniden doğuşuydu.[1]

İktidarın sınırsızca gücünü kullandığı bu süreçte kuşkusuz farklı kanallardan ve konulardan yükselen muhalif sesler duyulmaktaydı. Bir yandan kentbilimi uzmanları, akademisyenler, profesyoneller tarafından politikaların sıkça eleştirilmesi söz konusu iken bir yandan da yaşam alanlarına yapılan müdahalelerden etkilenen büyük bir toplum kesimi sesini yükseltmekteydi. Bu iki kesimin bir araya geldiği en önemli konu ise kuşkusuz gecekondu alanlarında, tarihi kent merkezlerinde bulunan konut alanlarında gerçekleştirilmesi hedeflenen kentsel dönüşüm ve yenileme projeleri idi. 

Kentsel dönüşüm projelerinin yanı sıra ‘mega projeler’ olarak lanse edilen Galataport, Haydarpaşaport, 3. Köprü projesi gibi projeler de kentsel toplumsal muhalefetin odak noktaları oldu. Ancak bahsettiğimiz tüm bu projelerin kaynağı tek elden geliyor olsa da farklı konu alanlarını, yerellikleri ve farklı sesleri eylem alanlarında bir arada görmek pek mümkün olmadı.

Bir giriş yapmak adına, altını çizmeye çalıştığımız bu mücadele alanları halen varlıklarını sürdürmekte ve mücadele hattını örmeye çalışmaktadır. Ancak son birkaç yıldır her alanda sesini duyurmaya çalışan kentsel hareket grupları ve kentsel muhalefette bir takım sorunlar ve gerilemeler gözlenmektedir.[2]

Bu bildiride kentsel mekana müdahale ve yeni uygulamalara değinilecek ve İMECE Toplumun Şehircilik Hareketinin yaklaşık beş seneye dayanan birikimlerinden, deneyimlerinden ve gözlemlerinden hareketle kentsel toplumsal muhalefetin kimi açmazları üzerinde durularak mücadele ve müdahale alanlarına dair öneriler tartışmaya açılacaktır.

AKP HÜKÜMETİNİN KENT POLİTİKASI VE ARAÇLARI

AKP iktidara geldiği günden bu yana kentlerin yeniden yapılanmasına ve bu doğrultuda devlet kurumlarında da iktidarın hedeflerini gerçekleştirebilecek değişikliklere önem vermekte. Nerdeyse işlevsizken 2001 yılından bugüne sürekli yenilenen yasal düzenlemelerle bir bakanlıktan daha fazla yetki ile donatılan Toplu Konut İdaresi (TOKİ), artık fiili anlamda da bir bakanlığa dönüştü. 12 Haziran 2011 seçimlerinden hemen önce bir kanun hükmünde kararname ile kurulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın başına AKP’nin kentleşme politikaları ve uygulamalarının ön sıradaki isimlerinden eski KİPTAŞ ve sonrasında TOKİ Başkanı olan Erdoğan Bayraktar’ın gelmesi, TOKİ’de somutlaşan uygulamaların artık bir bakanlık örgütlenmesi altında sürdürüleceğinin de göstergesidir. Bu sürece gelirken yaşanan ve üzerinde önemle durulması gereken noktalardan biri yerel hizmetlerin ve kentleşme sürecinin nasıl “merkezileştiği” ve sadece yaşayanların değil yerel yönetimlerin bile yeni kurulan bu düzenek içinde nasıl etkisizleştiği ve dışarıda bırakıldığıdır.  Bu konu, barındırdığı olanak ve çıkmazlar açısından kentsel muhalefet ve mücadele pratiklerinde merkezi ve yön verici bir niteliğe sahiptir. Son dönemde kentlerde parçalı bir projelendirme süreci yaşanıyor olsa dahi nasıl bir bütüne ulaşılmak istendiğini ve bu sürecin nasıl uygulanıp yönetildiğini anlamak son derece önem taşımaktadır.

İktidara geldiği günden bu yana kentlerin pazarlanmasına özel bir önem atfeden AKP yönetiminin bu yöndeki siyasi ve ekonomik stratejilerinin merkezinde İstanbul bulunmaktadır. Bu stratejiyi 2011 seçim beyannamesinin ana başlıklarından biri olan “marka şehirler” başlığı altında ve doğrudan İstanbul üzerine olan “çılgın proje” çıkışı ile bizzat Başbakan Erdoğan açıkça dile getirdi. Ama bu tarihten önceye gidersek AKP iktidarında kentsel politikaların ve uygulamalarının merkezinde kentsel dönüşüm ve mega projeler bulunmaktadır.

2004 yılından itibaren deprem ve çarpık yapılaşma nedenleri gösterilerek birçok alanda ilan edilen kentsel dönüşüm projelerinin iç yüzü, geçtiğimiz süreçte çokça tartışıldı ve birçok araştırmanın da konusu oldu. Hatta bu konuda hayli geniş bir literatürün oluştuğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Şu kadarını söylemekle yetinelim: İstanbul’da 50'den fazla konut yerleşim alanı, kentsel dönüşüm alanı ilan edilmiş durumda ve neredeyse hepsinde yıkım ve yerinden etme söz konusu.

Mevcut konut alanlarında kentsel dönüşüm projeleri sürerken, bir yandan da mega projeler ya da son dönemin revaçta ve ülkemize özgü tanımlaması ile ‘çılgın’ projeler de, gündemdeki yerini korumaktadır. Hatta gündeme öyle bir girmektedir ki adeta yeni bir keşfin onuru ile tüm ülkeye pazarlaması yapılmaktadır. 12 Haziran 2011 seçimlerine giderken farklı kentlere ilişkin büyük projeler bir propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır. Ancak İstanbul bu kentler arasında yine gerek ‘çılgın projelerin’ ölçeği gerekse lanse edilişi açısından oldukça ön planda durmakta idi ve ‘İstanbul Sevdalısı’ Başbakan tarafından İstanbul’un yeniden tasarlandığı, tüm ülkeye bir seçim propagandası ile sunuldu. İstanbul’un kuzeyindeki ormanları kapsayacak şekilde oluşturulan iki şehir projesi ve ardından gelen İstanbul’un ikinci boğazının yapılacağı duyurusu toplumu da ikiye böldü. Hiçbir bilimsel temeli ve rasyonalitesi olmayan bu projeler, iktidarın gücünü göstermek için kullanıldı. Bir yanda ‘böylesi büyük hayalleri bizlere sunduğu için’ Başbakana methiyeler düzülürken (bir örnek olarak bkz Eyüp Can’ın 28.04.2011’de Radikal gazetesinde yayınlanan köşe yazısı)[3], bir yanda ise projelerin çılgınlığından öte hazırlanış, sunuluş ve yaratacağı etkiler üzerine onlarca eleştiri dizildi (bkz. “İstanbul’u rahat bıraksınlar!” Akşam Gazetesi, 24.04.2011). İstanbul’un batısını işaret eden böyle bir hareketlenme kuşkusuz Silivri ve Çatalca gibi küçük yerleşimler için öngörülen yoğun yerleşimlerin, 3. Köprü gibi ‘çıldırtan’ projelerin bir parçasıdır. Bu projelerin ne kadarı, nasıl hayat bulur bilinmez ama bir yandan liberal katılım mekanizmaları bir yana, bürokratik süreçlere bile ters bir şekilde ve tepeden inme tanımlamasının bile hafif kalacağı bir tarz ile kamuoyuna duyurulan, kentin fiziksel, toplumsal, ekonomik yapısını tamamen değiştirecek bu projeler anons edilip kendine has bir tartışma alanı yaratırken, diğer yandan da daha az çılgın projelerin uygulanmasına devam edilmektedir. Bir örnek verecek olursak; İstanbul’un tarihi yarımadasının durumunu tamamen değiştirecek olan lastik tekerlekli araç tüp geçiş projesi ve sekiz şeritli yol da oldukça çılgın bir projedir. Ya da, İstanbul’un kent merkezindeki okulların satışı gibi özelleştirmede boyut atlama olarak nitelendirebileceğimiz uygulamalar gündemdeki yerini korumaktadır. Kent mekanının sadece sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden organize edildiği bu yapı parçalı bir şekilde hayata geçiriliyor olsa da, bütünlüklü bir projenin parçasıdır. Merkezi yönetimin her gün daha çok otoriterleşen yapısı ile bir gizlilik ve belirsizlik ortamının yaratılarak, yükselecek olası sesleri ve bu seslerin örgütlü hareketini engelleyecek bir yapının kurulması ise bu projenin hayata geçirilmesindeki önemli bir strateji olarak okunmaktadır.

Kimi projelerin rantının çoktan paylaşıldığı, bu kentin yaşayanlarının habersiz bırakıldıkları ve bir belirsizlik yumağında kısa vadeli çözümler ile sürece müdahil olmaya çalıştıkları bir kentsel politika alanı yaratılmıştır. Projelerin kimsenin haberi dahi olmadan belirlenmesine ve rantının dağıtılmasına dair en iyi örneklerden biri kuşkusuz Sulukule kentsel dönüşüm projesidir. Başta ilgili yerel otorite olan Fatih Belediyesi ve diğer kurumlar projenin bölgede yaşayanlar için yapıldığını söyleseler de, daha yıkımlar başlamadan önce bölgedeki mülkiyetin el değiştirdiği ve iktidara yakın isimlerin buradan mülk edindikleri bilinmekteydi (“Sulukule’nin Yeni Sakinleri”, Hürriyet Gazetesi, 18.03.2009)[4]. Projelerin nasıl belirlendiği, kimlerin haberdar edildiği ve rantın nasıl dağıtıldığına dair bir diğer önemli örnek ise 3. Köprü Projesidir. Başbakan Erdoğan’ın, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’la birlikte şehrin üzerinde helikopterle dolaşarak güzergah belirledikleri 3. Köprü projesinin yapılması planlanan alan çevresindeki arsaların çok daha önceden paylaşıldığı bilinmektedir.[5] 

Böylesi bir süreçte kamuoyuna düşen ise haberdar olabildiği sürece, bu projelerin karşısında durmak ya da müdahil olmaya çalışmaktır. Esasında kamuoyunun sürecin başında haberdar edildiğinin düşünüldüğü birçok konuda dahi, çıkar gruplarının çoktan uzlaşı sağladığı ve ancak bunun sonunda kamuoyunun bilgilendirildiği görülmektedir.

Hal böyle iken kentin yeniden şekillenişinin, bilimsel bilgiler ışığında ve kentte yaşayanlar ile birlikte üretildiğini söylemek mümkün değildir. Kentler, sermayenin çıkarları, istekleri, iktidar ile kurdukları ilişki ve uzlaşı sonucunda şekillenmektedir. Bu tablonun içerisinde işçilerin, emekçilerin, yoksulların varlığı, ihtiyaçları, talepleri, varolan yaşamları ve yaşama alanları yadsınmaktadır. Daha da ötesi, her türlü olumsuzluk bu kesimlerin üzerine yıkılmakta, fatura sürekli halka çıkartılmaktadır. Bunun son örneğini Van depreminin hemen ardından deneyimledik. Van depremi, ülkede farklı zamanlarda olan diğer depremlerde olduğu gibi olası bir İstanbul depremi ile birlikte okundu. Fatura yine memleketin işçi mahallelerine, yoksul mahallelerine çıkartıldı; depremde yıkılan binaların asıl sorumluları ise konunun dışında bırakıldı. “Kaçak yapıların yıkılması ve deprem dönüşümünün” başlatılması için talimat veren Başbakan’ın yaptığı kaçak bina tanımlamasında sadece ‘ruhsatsız’ binalar vardı. Halbuki AKP döneminin “yaşam mimarı” Ali Ağaoğlu’nun bizzat kendisi inşaatlarda deniz kumu kullandıklarını, bir deprem olması halinde Bağdat Caddesi'ndeki konutların dahi yıkılacağını 2009 senesinde söylemişti.[6] Aynı açıklamalar, AKP hükümetinin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın da iştirakiyle tekrar gündeme gelse de suçlu, çürük inşaatları yapan müteahhitler değil, halk olarak belirlendi. Halbuki Van’daki depremde ‘kaçak’ olmayan kamu binalarının çoğunun yıkıldığı görüldü. Kaldı ki depreme karşı önlem almak için 12 senedir toplanan vergilerin duble yollara yatırıldığı, Kızılay’ın elinde yeterli ekipmanın olmadığı, hele hele İstanbul’da yaşanacak olası bir depremde çadır kurulacak alanın dahi kalmadığı[7], bilinen fakat hükümet ve idareciler tarafından üstü örtülmeye çalışılan gerçeklerdir. Öyle gözükmektedir ki deprem gibi doğal olayların afete dönüşmemesi için alınacak önlemler rant paylaşımının ağına takılmakta, sonrasında ise kriz fırsata çevrilerek “kentsel dönüşüm” planları altında bu paylaşımın sürdürülmesi kolaylaştırılmaktadır.

İktidarın Yeni Metot ve Araçları

İktidar farklı proje tanımlamaları ile mekan üzerindeki hegemonyasını geliştirirken, bu politikalara karşı sesler de irili ufaklı yükseliyor. Özellikle büyük toplum kesimlerini etkileyecek olan kentsel dönüşüm projelerine karşı iktidarın yadsıyamayacağı tepkiler oluşmuş, kentsel dönüşüm iktidar için de sorunlu bir tanım haline gelmiştir. Geldiğimiz sürecin sonunda kentsel dönüşüm projelerinin içerik olarak değil ancak yöntemsel olarak farklılaştırılması söz konusudur. Sürpriz olmayan bu durumun yakından incelenmesi, farklı aktörler tarafından atılacak adımların belirlenmesi için elzemdir. Bu süreçte ortaya atılan fikirlerden bir kısmı için derhal uygulama zemini yaratılmaya çalışılmış (imar artırımı yoluyla dönüşüm, deprem odaklı dönüşüm), bir kısmı ise gerek yeterince açıklığa kavuşturulamadığı gerekse de iktidar ve sermaye tarafından da tam olarak bir mutabakata varılamadığı için sonraya bırakılmıştır (imar hakkı transferi, imar borsası, kat mülkiyeti kanununda yapılacak değişiklik vb.).

Yaygın olarak kullanılan söylem değişikliğine baktığımızda, depreme karşı önlem alınması rasyoneli üzerine yükselen, deprem odaklı kentsel dönüşüm mutabakatının kurulduğu görülmektedir. Depreme karşı bunca zamandır alınamayan önlemler artık “kentsel dönüşüm” ile hayata geçirilecektir! Ardında çok büyük acılar ve sorunlar bırakan Van depreminin ertesinde Sabah Gazetesinde çıkan bir yazı, deprem söyleminin nasıl bir meşruiyet zemini yaratacağına ve ne denli hızlı bir şekilde gündeme hakim olacağına dair ipuçları taşıyor.[8] Gazetedeki röportajda GYODER başkanı Işık Gökkaya depremin sermaye-devlet işbirliği ile nasıl fırsata çevrileceğini ve deprem dönüşümünün amacının ne olduğunu açıkça belirtiyor: “Biz GYODER olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın emrindeyiz, ne gerekiyorsa yapmaya hazırız. Milli seferberlik gibi herkesin bu fikrin arkasında olması lazım. Bu bir fırsattır.” Yine aynı röportajda Konut Geliştiricileri ve Yatırımcıları Derneği (KONUTDER) Başkanı Ömer Faruk Çelik ise depreme müdahale biçimi olarak iktidarın kentsel saldırı araçlarını tek tek sayıyor:
Belediyeler İmar Müdürlükleri vasıtasıyla illerindeki dayanıksız binaları tespit etmeli, malikleri uyarmalı ve yeniden inşa için makul süreler vermelidir. Verilen süre içinde yeniden inşa tamamlanmamışsa, bu binalar kamu eliyle boşaltılmalıdır. Maliklerin boşalttığı bu evlerdeki imar hakları malikler adına müktesep hak haline getirilmeli ve malikler bu hakları her zaman kullanabilmelidir. İmar Kanunu ve Kat Mülkiyeti Kanunu da bu minvalde yeniden düzenlenmelidir. Özellikle bu iki kanunda yapılacak düzenleme ile mevcut yapılar üzerindeki haklar müktesep hak kabul edilmelidir. Bunun yanı sıra binaların tahliyesi için oy birliği aranmamalı makul bir çoğunluğun kabulü ile tahliye gerçekleştirilebilmelidir.''

Görüldüğü gibi, yeni süreçte sermaye ve iktidar, kentsel mekanda istedikleri gibi tahakküm kurma hayali içerisindedir. Bunun için de yasal olarak yeni araçlar tanımlama çalışmaları yapılmaktadır. Hükümetin uzun süredir üzerinde durduğu imar hakkı artırımı, imar hakkı transferi ve borsası, kat mülkiyeti kanununda değişiklik yapılması ve acele kamulaştırma kararlarının yalnızca yenileme alanlarında değil tüm kentsel ve kırsal mekanlarda gerçekleştirilebilir kılınması, yeni stratejiler ve araçlar olarak önümüzde durmaktadır. Bu stratejileri biraz açarak önümüzdeki süreçte nelerle karşılaşabileceğimize dair bir tartışma ile ilerleyelim. 

İmar hakkı transferi, 648 sayılı KHK ile yasal çerçeve içerisine girmiş bulunsa da henüz hukuki metinlerle açıklamaya kavuşturulmamıştır. KHK ile gündeme girmiş olan bu uygulama ile ilgili detaylı bilgiye ancak gazete haberlerinden ya da kentsel dönüşümü bir sektör olarak tarifleyen kimi girişimcilerin söylediklerinden erişilebilmektedir. Buna göre imar hakkı transferi kabaca şöyle özetlenebilir: imar hakkı kısıtlaması söz konusu olmayacak, yapılaşma yasağı ya da yapı kısıtı getirilecek alanlarda kullanılamayan imar hakları başka proje alanlarında kullanılabilecek ve satışa sunulabilecektir. İmar borsası denilen ağ da bu noktada devreye girmekte ve bütünüyle özel sektörün inisiyatifine bırakılmaktadır. Kısacası imar hakkı transferinin, en basit tabirle yoktan imar hakkı ve rant yaratmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakış açısı ile kentsel ve kırsal toprakların tümü bir rant aracı olarak görülürken, yaşam ve yaşam alanları bir borsada alınıp satılabilen bir hisseye, bir menkule dönüştürülmektedir. İnsanın doğa ve mekanla kuruduğu ilişki yeniden tariflenmektedir.

Bir başka önemli konu ise kat mülkiyeti ile ilgili yapılması düşünülen değişikliklerdir. Mevcut düzenlemeye göre, kat mülkiyetine tabi yapıların yıkılıp yeniden yapılmasına dair bir daire sahibinin bile karşı çıkması halinde anlaşma gerçekleşememektedir. Bu durum kuşkusuz ki müteahhitlerin projelerinin ve kentsel dönüşüm uygulamalarının gerçekleştirilmesinde önemli bir engel teşkil etmektedir. Hatta müteahhitler bundan o kadar rahatsızdırlar ki, deprem sonrasında Ali Ağaoğlu başta olmak üzere büyük müteahhitlik şirketlerinin sözcüleri insanların süreci tıkadıklarını belirterek bir kota getirilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Nasıl bir kota istendiği ise belirsiz; kimisinde dönüşüme %60-70 onay verilmesi halinde uygulamaya geçileceği belirtilirken kimisinde bu oran %51’e kadar düşmektedir. Kısacası, oturduğunuz binadaki dairelerin yarısı dönüşüme evet diyorsa sizin de bir dönüşüm mağduru olmanız işten değil.

Kat mülkiyeti kanununda yapılmak istenen değişiklik ve ilk olarak Fikirtepe imar planı ile önümüze getirilen, imar hakkı artırımı yoluyla dönüşümün sağlanmak istenmesi, önümüzdeki süreçte konut alanlarındaki dönüşümün sadece gecekondu alanları ya da çöküntü alanları olarak adlandırılan tarihi kent dokularında değil, orta sınıfın yaşamakta olduğu kent merkezine daha yakın alanlara da sıçrayacağının bir göstergesi.

KENTSEL MÜCADELELERİN BİRİKTİRDİKLERİ, AÇMAZLARI VE İMKANLARI

Kentsel hareketlerin tümünde bir takım sorunlar ve gerileme gözlendiğini ve bu tıkanmanın nedenleri arasında seneler önce üretilen söylemlerin muhafaza edilmesi ve pratik ve teorik anlamda ilerleme sağlanamamış olmasının başat rolü oynadığını ifade etmiştik. Kentsel hareketlerin genelinde bir “kurumsallaşamama” problemi de bulunmaktadır. Burada kastettiğimiz, hareketlerin birer kuruma dönüşmesi değil kurduğu ilişkileri ve gücü biriktirememesi ve senelerdir aynı konular etrafında tartışıp bu tartışmaları pratiğe dökememesidir. İktidar müdahale araçlarını geliştirirken, mücadele eden gruplar bu gelişmelere yönelik karşıt hareket ve eylem biçimlerini yeterince şekillendirememektedir. Takip eden bölümde bu sorun alanı incelenmeye çalışılacaktır.

Konut Alanlarında Dönüşüm ve Kentsel Mücadele

Kentsel hareketlerin en çok gündemde kalan mücadele alanlarından birisi konut alanlarının dönüşümüne karşı olan mücadelelerdir. Diğer bir mücadele alanı olan mega projelere karşı mücadeledeki kurumsal yapıların (TMMOB'a bağlı odalar vb.) aksine konut alanlarındaki mücadeleler yerel siyasi ve toplumsal örgütlü yapıları sürece katabilmiş, yeni yerel örgütlenmelerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kentsel dönüşüm projeleri ya da yenileme projelerinin kendi konut bölgelerinde yarattığı yıkım tehdidine karşı mahalle halkının örgütlü bir biçimde karşı koyuşuyla başlayan mücadele pratiklerinde, farklı gruplar ve kişiler de sürece dahil olabilmektedir. Bu bakımdan gecekondu ve tarihi mahallelerdeki mücadeleler, kentsel muhalefetin toplumsal bir hüviyet kazandığı alanlardır.

Konut alanlarındaki dönüşüm süreçleri bu mekanlarda yerinden edilme, yıkım ve konuta yapılmış geçmiş yatırımları kaybetme korkusu yaratmaktadır. Geçmiş dönemlerin aksine, yeni dönemin kent politikaları bir mahallenin topluca yerinden edilmesini mümkün hale getirmektedir. Bu alanlardaki mücadelelerin temelinde bu korku yatmaktadır ve mücadele çoğu zaman geleceği belirsiz kılan, kapalı kapılar ardında tasarlanan projelere dair söylentilerin çıkmasıyla başlamaktadır. Örgütlenme ilk başta genellikle dönüşüm projesi ve imar planlarına ilişkin bilginin elde edilmesi ve mahallede dolaşıma sokulması işlevlerini yerine getirmektedir. Bu açıdan ilk tespitimiz; başlangıç aşamasında belirsizlikten doğan korkunun hızlı bir ivme kazandırmasıyla birlikte, sadece ve sadece bu korku temelli ortaya çıkan seferberliğin, orta-uzun vadede iktidarın süreci yavaşlatma, durdurma, farklı bir formda tekrar başlatma taktikleri karşısında savunmasız kalmasıdır. Bu sorun bir bakıma daha geniş bir problem olan reaktif bir gündemle sınırlı kalma, pozitif bir gündemi kuramama durumuyla yakından ilintilidir.

Gecekondu bölgelerinde uygulamaya sokulan projeler; deprem tehdidi, tapu tahsisli ve kaçak yapıların yasallık sorunu, hatta zaman zaman bu alanların suç, terör, ahlaksızlık yaratan yerler oldukları söylemleriyle meşrulaştırılırken buna karşı mücadele de, yaşanan mahalleye aidiyet, mahallenin kişisel tarihler açısından değeri, mahallelilik vurgusu, yeni konutlar için ödenmesi gereken peşinat ve taksit gibi maddi külfetlerin varlığı, yeni üretilen konutların kalite ve mimari özellikleri açısından yetersizliği, yeni konut bölgelerinin işyeri ve okul gibi mevcutta ilişkide bulunulan merkezlerden uzaklığı, yapılan projelerin katılıma açık olmaması, sürecin demokratik işlememesi, mevcut dönüşüm biçiminin sermayenin kârına odaklı,“kentsel” değil “rantsal” dönüşüm olduğu söylemleri üzerine kurulmuştur.

Bugüne kadarki mücadele örnekleri, ekonomik şartların muhalefet zeminin biçimlendirilmesinde öncül olduğunu göstermiştir. Yerinden edilmeye karşı tepki kuvvetlidir ve bu tepki beraberinde yerinde dönüşüm söylemini getirmiştir. Proje kapsamında gecekondu sahiplerine kaç konut verileceği ve mevcut konutların değerinin ne olduğu, verilecek olanların ne kadara mal edileceği, dolayısıyla ne kadar borçlanılacağı mahallelerin projeye yaklaşımının en belirleyici faktörleridir. Diğer söylemler muhalefetin başlangıç aşamasında etkili olsa da süreç, yerel aktörlerle iktidar arasında bir mücadeleyle kısıtlı kaldığında ve iktidar müzakereye hevesli olduğunda, proje şartlarının değiştirilmesi, kaybın minimize edilmesi mücadelenin hedefi haline gelmektedir. Yerelin dışından sürece destek veren aktörler ise alternatif bir gündemi öremedikleri müddetçe ya bu sürecin parçası olmak ya da dışında kalıp marjinalize olmaya mahkum gözükmektedir.

Kentsel dönüşüme karşı yürütülen mücadelenin önündeki diğer bir engelse kentsel dönüşümü gerçekleştiren kurumların dayatmacı yapısıdır. Herkese konut vaadini benimsemiş olan iktidar, kentsel dönüşüm mağduriyetini, izlediği uzlaşma yöntemleriyle daha da derinleştirmektedir. Hayat boyu sisteme bağlı ve borçlu bir nesil kurma çabasının sonucu olarak karşımıza çıkan kredili konut edindirme yöntemi, dönüşüm projelerine karşı üretilen söylemleri etkisiz kıldığı gibi, mücadele dinamizmini de kırmaktadır.

Elbette, yereldeki mücadelelerin hiçbir kazanımı olmadığı söylenemez. Projelerin başladığı ilk döneme nazaran, verilen mücadele sonucunda açılan müzakere kapıları projelerde kimi şartların değişmesini sağlamıştır. Fakat değişikliklerin projenin tümünün yaratacağı etkiyi ortadan kaldırmaması ve değişen şartların projenin ileriki aşamalarındaki geçerliliğine dair muğlaklık, mevcut kazanımların mücadeleyi bölerek daha büyük kayıpların önünü açma potansiyeline sahip olduğunu da göstermektedir. Yerelde, iktidarla proje şartları çerçevesinde müzakereye sıkışan bir süreç her daim iktidarın yönlendirmesine tabi olma tehlikesinin altındadır. 

Şüphesiz şu soruyu sormak önemli; proje alanlarında şartların değiştirilmesi dışında benimsenmiş bir hedef veya amaç var mı? Belki de Türkiye’deki gecekondulaşma süreci açısından en önemli hedefin formelleşme, yani formel konut piyasasının parçası olmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu amacın birincil nedeni formelleşmenin getireceği potansiyel ranttan ziyade formel özel mülkiyetin günümüz ekonomik koşullarında geleceğe dair bir güvence olarak görülmesidir. Bir başka deyişle, konutun yasallaşması hem barınma açısından kişilerin haklarını aramada hakim orta sınıf algıya göre daha meşru olarak görülmekte, hem de formel konut piyasası içerisine dahil olunması nedeniyle yaşayanların ekonomik anlamda pazarlık şansını artırmaktadır.

Tarihi mahallerde yürüyen süreç her ne kadar özel mülkiyetin bir güvence olmadığını ortaya çıkarsa da, bir güvence biçimi olarak “tapu”, gecekondu mahallelerinde önemini korumaktadır. Projeler ilk ortaya çıktıkları anlarda bu durum, muhtemel tapu beklentisini sona erdirip, uzun sureli bir borç sürecini başlatacak olması nedeniyle tepkilere yol açsa da, varolan konutların tapusunu almanın mümkün olmadığı kanısının yaygınlaştığı yerlerde, mümkün olduğunca az borçlanarak TOKİ konutlarından tapu edinmek, buralarda yaşayanlar açısından en iyi ikinci seçenek haline gelmektedir. Seçeneklerin bu kadar sınırlandığı bir ortamda, tekil mücadelelerin bir müddet sonra müzakereye seğirtmesine hiç şaşmamak gerekir.

Burada kentsel mücadelenin en çok tıkandığı noktanın mülkiyet konusu olduğu tespitini yapabiliriz. Yukarıda anlattıklarımızı özetle tekrarlayacak olursak; söz konusu alanlarda özel mülkiyetin söz konusu olması, bunun bir piyasasının bulunması, bir pazarlık masası kurulmasını sağlamakta ve müzakereyi iktidar açısından olanaklı kılmaktadır. Bu masadan kalkışın muktedirin yüzünü güldürdüğü ise hepimizin malumu. Müzakerenin karşısına salt direnişi koyduğumuzda ve yeni bir karşı-hegemonya projesi ile somutlanan umutlu bir ufuk yaratamadığımızda müzakereye giden bir süreç hiç de şaşırtıcı değil.

Bugün mekan üzerine alınan kararlar ve bu kararlara dayanarak gerçekleştirilen saldırılar artarken, bu alanlara ilişkin söylemler yetersiz kalmaktadır. Yereldeki/mahalledeki örgütlenme sonucu ortaya çıkan mücadelelerin söylemleri, her ne kadar giderek mahalle sınırlarını aşarak diğer mahallelerle birlik olmak talebini içerse de, temel talep mahalle içerisinde kalmıştır. Her geçen gün, ortaklaştırılamayan, genişletilemeyen kentsel mücadeleden kopuş hızlanmaktadır.  Bu nedenle, kentsel dönüşüme karşı, biraz da refleksif olarak ortaya çıkan mücadelelerin diğerleri ile ortak bir zemin kurma ihtiyacı daha da önem kazanmaktadır.

Birbirinden kopuk, yerel düzeyde kalan ve mevcut projeler çerçevesinde müzakereci bir seyir izleyen tekil mücadelelerin kırılabilmesinin yolu mücadelelerin ortaklaşması yoluyla ölçeğini büyütmek ve ona karşı-hegemonik bir içerik verebilmektir. Bütünlüklü bir karşı-hegemonya projesinin öznesi olma yönünde irade belirten farklı mücadele odakları mevcut olmakla birlikte, gelinen nokta, bütünlüklü ve ortak bir amaca yönelik, bir başka deyişle ortak bir karşı-hegemonya projesi etrafında bir araya gelmiş bir kitlenin sağlanamadığını gösteriyor. Sözünü ettiğimiz ortaklaşma, eylemde birliktelik olarak tanımladığımız bir süreç. Eylemde birliktelik ise saldırı karşısında direnenlerin birbirine destek vermesinden daha karmaşık ve ileri bir noktayı işaret etmekte. Ancak bu saldırıların özüne dair eleştirinin ortaklaştırılması ile birlikte, bu özün topyekun reddi ve başka bir hayatı bugünden kurma çabası etrafında bir eylem birlikteliği, deneyimlediğimiz platform ve benzeri yapılardan çok daha etkin bir muhalefetin oluşturulabileceği bir ortamı sağlayabilir.

Mücadelenin ölçeğinin büyütülememesi, tekil projeler etrafında yerel mücadelelerle sınırlı kalmamızın, ilçe ölçeğinin dışına çıkılamamasının ardında öncelikle iki önemli faktör bulunmakta. Birincisi siyasi partiler, sendikalar gibi kent ve ülke ölçeğinde örgütlü yapıların kentsel mücadeleye daha duyarlı hale gelmiş olsalar da, alternatif bir vizyona sahip olmamaları ve bu mücadeleleri ulusal gündeme taşımamaları, yerelde çoğu zaman seçim odaklı kısa vadeli çalışmalar yapmaları, ölçeğin büyümesinin önündeki en önemli engellerdendir.

Kentsel muhalefetin ilk dönemindeki yapısına baktığımızda, mevcut siyasal parti ve benzeri örgütlenmelerin dışında kalan yerel mücadeleler ve bu yerel mücadeleler ile iletişim içerisinde söz ve eylem üretme gayreti içerisinde bulunan ve siyaset üreten ancak yine bu siyasi örgütlenmelerin dışında bir alanda örgütlenen hareketler ile karşılaşmaktayız. Zaman içerisinde kentsel alandaki müdahalelere karşı siyasi örgütlenmelerin daha duyarlı olduğu ve bu alandaki mücadeleye dahil olduğu bir dönemin içine girdik. Gerek kitlelerle daha kolay ilişki kurabilmeleri, gerekse yaşama alanlarına saldırıların siyasal alanda formülasyonunu kamuoyuna daha etkin bir şekilde anlatabilmeleri nedeniyle kentsel siyasetin, muhalefetin söyleminde yerleşmesine katkıda bulunmaları bu dönemin getirilerinden birisidir. Ancak, siyasi partilerin ve sendikal hareketin uzunca bir süredir kriz içerisinde bulunduğunu aklımızda tutmak gerekir. Tam da bu noktada kentsel/toplumsal muhalefet, bu krizin de aşılması yönünde potansiyeli bünyesinde barındırmakt
adır. 
Ancak bu dönemi, kentsel siyasetin genel muhalefet içerisinde kurumsallaştığı bir dönem olarak da görmemek gerekmekte. Her ne kadar muhalefetin geneli kentsel konulardan haberdar olup bunlara duyarlı hale gelmişse de, meselenin özüne dair tartışmalara halen uzak geniş bir kesim bulunmaktadır. Kentsel muhalefetin, bütünlüklü bir mücadelenin öznesi olması önündeki engellerden birisini de bu sorun oluşturmaktadır.

Yerelde sıkışmış bir mücadelenin oluşmasındaki ikinci neden ise, yerel otoritelerin birincil muhatap kurumlar olarak görülmesidir. Süreç, merkezi kararların yerel belediyeler tarafından uygulanması olarak tezahür ettiğinden, yerel belediye biraz da geçmişten gelen alışkanlıkla tepkinin hedefi olmakta. Bu, farklı belediyelerin yetki alanlarında olan mahalleler arasında ortaklaşmayı zorlaştıran bir durumu da beraberinde getirmektedir. Buna karşın şunu belirtmek gerekir; 2009 yerel seçimlerinin ardından yaşanan yereldeki iktidar değişikliğine rağmen anlamlı bir değişimin olmaması, mahalleler açısından da yerel yönetimlerin sorunların çözümü için yeterli olmadığı kanısını kuvvetlendirmiş durumda. Bunun metropoliten ve ulusal ölçeklerdeki aktörlere yönelik bir tepkiye dönüşüp dönüşmeyeceği ise siyasi mücadele tarafından belirlenecektir. Ayrıca, son çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamaler ile kurulan ve olağanüstü yetkilerle donatılan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, ulusal siyasal aktör olarak süreçlere daha etkili bir biçimde müdahil olduğu takdirde böylesine ortak bir mücadelenin hedefi haline gelebilir, gelmelidir.

Mücadelelerin yerelde ve tekil kalmasında etkili olan üçüncü bir neden ise mahalle ölçekli yapıların çoğu zaman mahallerde yaşadığı temsil krizi ve temsiliyetlerinin tehlikenin en yakıcı olduğu dönemlerle sınırlı kalmasıdır. Bu temsiliyet sorunu çoğu zaman mahalle ölçeğinin üstünde kurulan yapıları, mobilizasyon gücü olmayan kurumlar haline getirmektedir. Temsiliyet meselesi, sözünü ettiğimiz alternatif-karşı hegemonik gündemi kurmakla yakından ilgili olup, ama onun kadar mahalle örgütlenmelerinin konut meselesiyle sınırlı kalmasıyla da ilgilidir. Temsiliyeti genişletmenin ve yerel katılımı arttırmanın yolu, konutun yanı sıra mahallenin diğer önemli sorunlarıyla da ilgilenme, katılımcı gündemler oluşturma, mahallenin sosyal ve kültürel hayatının kalıcı parçası haline gelmekten geçmektedir.

Karşı hegemonik alternatif gündemin oluşturulması, bir örgütlenme sorunu olduğu kadar yeni fikirler üretme sorunudur da. Bunun bir ayağı makro-kent politikalarının eleştirisi ve bunların değiştirilmesinin mücadelesidir. İkinci bir ayağı ise daha önce sözünü ettiğimiz barınma, sağlıklı çevre, kentsel hizmetlere erişim gibi ihtiyaçları güvence altına alabilecek yeni kolektif mülkiyet(sizlik) formlarını düşünmekten ve üretmekten geçmekte. Kooperatifleşmenin radikalleştirilmesi, özel mülkiyete dayanmayan hak ve güvence formlarının bulunması, kiracılara yönelik girişimler buna yönelik örnekler olarak sıralanabilir. Mekanın kolektif örgütlenmesini, yeni bir kamusallığın oluşumunu sağlayacak yaratıcı girişimler, yeni yorumlar geliştirmek açısından bugün oldukça gerideyiz.

Konut Alanları Dışındaki Diğer Kentsel Mücadeleler

Konut alanları dışındaki kentsel mücadeleler, daha çok birbirinden ayrı gelişen ve kentin çeşitli bölgelerinde hayata geçirilmek istenen büyük projelere karşı ortaya çıkan hareketler olarak gelişmektedir. Büyük projeler ya da kamusal mekanların dönüşümü gibi sorunlar, kentsel dönüşümde olduğu gibi belirli bir yerelliğin birebir karşı karşıya kaldığı sorunlar değildir. Bu da, bu sorunlara karşı örgütlenmenin önündeki güçlüklerden birisidir. Bu mücadeleler bu yüzden genellikle mevcut muhalif örgütlerin birebir çalışma yapması ya da platformlarda bir araya gelmesi ile yürümektedir.

Platformların bir kısmı, daha çok bir sendika ya da meslek odasının büyük projelerin kendi alanı ile ilgili olması nedeniyle bunlara özel ilgi göstermesi sayesinde yürümekte. Örneğin Haydarpaşa’nın dönüşümüne karşı halihazırda bir platform bulunmakta iken bu mücadele ilgili meslek odaları ve özellikle Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası tarafından sırtlanan bir süreç olarak devam etmektedir. Keza 3. Köprü Yerine Yaşam Platformu çatısı altından yürütülen mücadele de benzer süreçler söz konusu olmuştur.

Platform örgütlenmelerindeki sorunlardan birisi her konu başlığında ya da proje özelinde ayrı bir platformun kurulmasıdır. Üstelik iki mücadelenin bileşenleri arasındaki kesişme kümesi oldukça kalabalık olmasına rağmen. Bunun başlıca sebebini, yapıların ya da kurumların platformlara, o platformun karşı olduğu sorun alanı özelinde temsilciler göndermesi ve platformlardaki varlığın önemli ölçüde temsiliyet düzeyinde kalması; bir kısım yapının bu mücadeleyi tüm tabanına yaymaması olarak niteleyebiliriz.

Bununla bağlantılı olarak; platformlarda örgütlenmenin, esas olarak mücadele içinde bir bürokrasi yaratmasından söz edilebilir. Özellikle yasal ve hiyerarşik örgütlenmelerde, platform olarak alınacak her kararın bir de kendi yapısı içerisinde yönetim kurulu ya da üst organı nezdinde değerlendirmeye tabi tutulması gibi örneklendirebileceğimiz sorunlar, bu tarz yapılanmaların eylemliliklerini kimi durumlarda yavaşlatmaktadır.

Platform tarzı örgütlenmelerin doğası gereği kimi yapıların gücüne güç katan, kimi yapıları da soğuran çalışma alışkanlıkları platform içinde güvensizlik yaratmakta ve bu da platformlarda yaşanan sorunların başında gelmekte. Platformlar içerisinde bulunan kurumların ve grupların birbirlerine karşı olan güvensizlikleri, çoğunlukla platform bürokrasinin artmasına ve reflekslerinin yavaşlamasına neden olurken, bir yandan da örgütsel çekişmelerin, rekabetin bürokrasiyi yeniden üretmesine yol açıyor.  Platformlarda yaşanan sıkıntıların bir kısmı ortaya konan ilkelerle çözülmeye çalışılırken, bu ilkelerin kolayca arkasından dolanılabilir olması ise geri dönülemez tahribatlar yaratabilmektedir.

Peki platformlarda bir araya gelmedikçe nasıl sahici ilişkiler kurulabilecektir? İçinde bulunduğumuz koşullarda bunun nüveleri mevcut. Eylemde bir araya gelen, ortak talebi savunmak için birbiriyle ilişki kuran, sorunlarını birbiriyle ilişkilendirerek bütünlüklü bir mücadelenin anahtarını ortaya çıkartmak için emek koyan kır ve kent mücadelesinin farklı bileşenleri, daha direngen ve daha güçlü bir siyasi öznenin soluğunu hissettiriyor.

Platformlar ancak sorun odaklı olduklarında işlevsel olabiliyor ve daha hızlı ve etkin işleyebiliyor. Platformlar bir ortak fikriyat ve siyasal hat çerçevesinde değil, bir sorun etrafında asgari müştereklerde bir araya gelen ve bu soruna karşı mücadelede asgari müşterek çerçevesinde bu sorun dışında kalan alanlardaki anlaşmazlıkların geçici olarak bir kenara bırakıldığı yapılardır. Bu açıdan acil müdahale edilmesi gereken sorun alanlarına ilişkin elimizdeki en etkili araçlardan birisi olarak da yerini korumaktır.

Yine genel mücadele alanına dair konulardan birisi de kamu arazilerinin satışı ve kamusal mekanlar üzerinde planlanan projelerdir. Bu projelere karşı tavırda, mekanların kullanımı konusunda halihazırdaki sınıfsal ayrışma ve farklılıkların mücadeleye yansıması büyük bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna karşı yapılması gereken, bu sınıfsal farklılık algısını ortadan kaldırarak, özelleştirme ve satış karşıtı bir noktadan da yola çıkarak mekanı tekrar üretme ve kullanma hakkının toplumsal bir olgu olduğunun vurgulanmasıdır.

Tarihi kültürel varlıklara ilişkin olarak yürütülen mücadelelerdeki zayıf nokta, bu kültürel varlıkların kendinde bir değeri olduğu iddiası üzerinden bir itirazın dile getirilmesidir. Bu türden bir itiraz, bir mekanın salt fiziksel ya da sanatsal özelliklerinden ötürü korunması gerektiği anlamına geldiği için iki türden sıkıntı ortaya çıkarmaktadır. Bunlardan birincisi, toplumsal bir bağlamda söylem oluşturulmadığı için mekanın, fiziksel olarak korunmasının ancak sermaye tarafından temellükü ile gerçekleşmesidir. Hatta fiziksel koruma siyasal iktidar tarafından da kullanılarak, sermayeye yeni alanlar açılmaktadır. Örneğin, Taksim’de Gezi Parkının bulunduğu alanda Taksim Kışlasının ihyası projesi. İkincisi ise, o mekanın fiziksel özelliklerinin toplumun geniş kesimlerine, gündelik yaşam pratikleri açısından çok bir anlam ifade etmeyebileceğinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenlerle özellikle tarihi ve kültürel mirası korumaya yönelik mücadeleler toplumda bir karşılık bulunamadığında, mesele politikleştirilmediğinde ve gündelik hayatın dinamikleri içinde yer almadığında büyük resmin karşısında yer alan mücadelenin içinde var olamamaktadır.

Öte yandan İstiklal Caddesinde bulunan “Emek Sineması” örneği gibi mekanın kullanım değeri, kolektif mekan vurguları üzerinden örgütlenen mücadeleler de mevcuttur. Ancak burada, yukarıda sözünü ettiğimiz şekilde; o mekanı gündelik yaşam içinde kullanmayan kesimlerin bu türden bir mücadeleye ikna olabilmesi şu aşamada güç gözüküyor. Bu da mekan kullanımında yaşanmış olan sınıfsal farklılaşmanın mücadeleye de yansıması ile sonuçlanabiliyor. Fakat bu mekanın kamu mülkiyeti olması, kamunun zaten kendine ait olanı ele geçirip tekrar kamulaştırması talebini de doğurmalı. Bu talep çerçevesinde örgütlenerek kentteki tüm kamu arazileri, mekanları sermayenin saldırısından koruyacak bir dilin ve eylemliliğin inşası, mücadelenin başarısı olacaktır.

BİRLİKTE MÜCADELE VE ÜRETİM

Mekan üzerinde yaşanan çatışmalar ve mücadele hatları, mevcut siyasi hayatın dinamiklerinin de bir göstergesidir. Bu çalışmada bahsedilen kentsel mücadele pratikleri, Türkiye’nin siyasi hayatından ayrışmış kentsel ya da mekansal pratikler olarak düşünülemez. Mücadeleleri irdelerken de, öneriler getirirken de, bu siyasi hayatın içerisinde bir alanda ve belirli bir siyasi hat benimseyerek ilerlemek gerekmektedir.

Öncelikle yaşamın her alanında karşı karşıya kaldığımız saldırıların özüne dair bütünlüklü tespitlerle süreci irdelemeli, belirlenen siyasi hat çerçevesinde gündelik mücadele pratiklerine dair bu tespitlerden yola çıkarak sürekli bir tartışma, bir forum yaratmalı ve başka bir hayatı bugünden kurma çabası etrafında bir eylem birlikteliği sağlamalıyız. Bu birlikteliğin yürüteceği mücadele anti-kapitalist bir mücadeledir. Bu noktada, İMECE Toplumun Şehircilik Hareketi olarak söyleyegeldiğimiz kır-kent hareketlerinin birlikteliği, kentsel sorunların salt barınma sorunu olarak değil birbiriyle ilintili ve esas olarak emeğin ve doğanın sömürülmesi ve tahakkümü sorunu olarak görülmesi ve bu doğrultuda bütünlüklü bir muhalefet ve mücadele örülmesi gerektiği tespitimizi yineliyoruz.

Günümüz toplumsal pratiklerinde mekan, iktidar mücadelesinin merkezinde yer almakta ve hegemonya projelerinin, mekanın bu stratejik önemini göremediği ölçüde başarı şansı da giderek azalıyor. Mekanın bu stratejik konumu sadece bugünü anlamaya yönelik değil. Mekan, geleceğe yönelik bir toplumsal yaşam tahayyülünde de merkezi bir konumdadır. Ancak bu tür bir stratejik konumun sağlıklılığı, mekanın toplumsal yaşama dışsal bir unsur değil, toplumsal olarak üretildiğini kavrayabildiğimiz ölçüde mümkün. Bugün, başka türlü bir kent ve toplum kurulmasına yönelik hayallerin kısıtlandığı, tartışma konusu bile yapılmadığı bir bilinç körlüğü dönemi yaşanmakta; insanlar birbirinden, mekandan, doğadan ve yaşamdan soyutlanmaktadır. Dolayısıyla bir ütopyayı tartışmak bile, radikal bir kopuş sürecinin başlangıcının önemli bir unsurudur.

Yaşadığımız dönemde iktidar mekanı yeniden kurarken, otoriter rejimleri aratmayan büyük ölçekli mekansal organizasyonlar kurgulamaktadır. Mekan üzerinden her şeyi “mümkün kılma” şiarını benimseyen iktidar, halkı sorgusuz sualsiz biat eden bir kitle haline getirmeye çalışmakta. Bu nedenle yaşama alanlarımızı kurgulama hakkımızı yeniden elimize almamız ve bunun için toplumsal bir mücadele zemini kurmamız son derece zaruri. 

Bu mücadele zemini, muktedirin hegemonyasına karşı bir hegemonya projesinin nüvesi olmaktan geçmekte. Bunun için de refleks tepkilerin üzerine kurulu değil, geleceğin tahayyülüne dair tartışmalar barındıran proaktif ve pozitif bir gündem oluşturma ihtiyacımız var. Karşı-hegemonik alternatif gündemin oluşturulması bir örgütlenme sorunu olduğu kadar, yeni fikirler üretme sorunudur da. Bunun bir ayağı makro-kent politikalarının eleştirisi ve bunların değiştirilmesinin mücadelesidir. İkinci bir ayağı ise daha önce sözünü ettiğimiz barınma, sağlıklı çevre, kentsel hizmetlere erişim gibi ihtiyaçları güvence altına alabilecek yeni kollektif mülkiyet(sizlik) formlarını düşünmekten ve üretmekten geçiyor. Kooperatifleşmenin radikalleştirilmesi, özel mülkiyete dayanmayan hak ve güvence formlarının bulunması, kiracıları kapsayıcı ve sürecin dışında konumlandırmayan girişimler bu süreci örebilecek tartışmaları yaratabilir.

Sahte katılım söylemleri karşısında, özyönetim mekanizmalarının oluşturulduğu, yaşayanların mekanın ve toplumsal yaşamın şekillenmesinde doğrudan karar mekanizmalarına katılabildiği bir demokratik yapının nasıl kurulacağına dair fikir üretmek, sürecin son derece önemli bir unsuru.

Kentsel muhalefetin büyütülmesi ve karşı iktidar projelerinin geliştirilmesinde, mevcut sistem karşısında kaybeden kesimlerin bir araya gelebilmesi gerekiyor. Toplumun en yoksul katmanları ile birlikte giderek orta sınıfı da içermeye başlayan bu kesimlerin, ortak sorunlar karşısında, ortak talep ve yaşam alanlarını üretilebileceği (ulaşım, barınma, sağlık vd.), bütünlüklü bir politik hareketin geliştirilmesi elzemdir. Satışı gündemdeki sağlık ve eğitim kuruluşları konusu etrafında sendika, üniversite ve benzer örgütlerle çalışmaların yapılmaya devam edilmesi ve bunların geliştirilmesi, kentin salt barınma sorunu etrafında kavranmasının yarattığı sorunları azaltacak ve kentsel mücadeleye dinamizm kazandıracaktır.

Bu muhalefetin toplumsal zemininin oluşturulmasında ve büyütülmesinde gündelik hayatın pratikleri içerisinde anlaşılabilen, kullanılabilen ve yeniden üretilebilen, bilimsel alan ile toplumsal alanın birbirini dışlamadığı bir dilin kurgulanabilmesi gerekmektedir. Aynı eksenden hareketle, kentsel dönüşüm mahallelerinde ortaya çıkan temsiliyet sorununa karşı, temsiliyeti genişletmenin ve yerel katılımı arttırmanın yolunun konutun yanı sıra mahallenin diğer önemli sorunlarıyla da ilgilenme, katılımcı gündemler oluşturma, mahallenin sosyal ve kültürel hayatının kalıcı parçası haline gelmesiyle gerçekleşebilecektir.

Kentsel mücadeleyi mahalle ve mülkiyet eksenli değil yaşama alanlarımızı geri almak üzere kalıcı ve üretken bir mücadele zemini üzerinden toplumsallaştırmak gerekmektedir. Bu bağlamda, mücadeleyi toplumsallaştırmak üzere neler yapılabilir sorusu önem kazanmaktadır.
Ortaya çıkan sorunların kişiler ile birleştirilerek değil kavramlar, yöntemler, uygulamalar ve etkileri üzerine yapılacak bir tartışma ile netleştirilmesinin, ayrılıklar ya da ayrışmalara yol açacak olsa dahi, uzun erimli bir mücadele hattının kurulması açısından önemli olduğu, fakat siyasi ayrılıkların dahi somut olaylarla gün geçtikçe değişebileceği, bu nedenle de tartışma ve ayrışma zeminlerinin öznelleştirilmeden ve örgütlere, bireylere, farklı alanlarda verilen emeğe saygılı bir şekilde kurulması gerekliliği bulunduğu söylenebilir.

Yaptığımız bu tespitler ve öneriler doğrultusunda bu zeminin ve dilin oluşturulması için çalışmaya, tartışmaya, mücadeleye hazırız ve devam ediyoruz. Başka bir hayatı bugünden kurmak için beraber tartışmaya, üretmeye ve mücadeleye…


____________________________________________________
[1][1] Ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. İmece (2008), “Toplu Kurumsal İflasımız: TOKİ Barınma Hakkından Sermaye Birikimine Doğru Konut Sorunu”, 32. Dünya Şehircilik Günü Kolokyumu Kitabı, ŞPO, İstanbul.
[1][2] Bu yönde bir tartışma İmece’nin 4. Yıl Forumunda gerçekleştirmeye çalışmıştık. Sonuç metni için bkz. İmece, toplumunsehircilikhareketi.org/index.php?option=com_content&view=category&layout=blog&id=23&Itemid=28
[1][3]        Eyüp Can, Kim çılgın, proje mi Başbakan Erdoğan mı?, 28.04.2011, Radikal Gazetesi, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1047613
[1][4]        Hürriyet Gazetesinin Sulukule ilgili oldukça önemli bu haberi yayınlamasının altındaki nedenler de sermaye-iktidar ilişkilerinde rantın nerede konumlandığını ve kent üzerindeki güç ilişkilerinin nasıl şekillendiğinin, bu güç ilişkilerinin de tüm siyasi hayatı nasıl etkileyebileceğinin göstergesidir. Sulukule’deki kentsel dönüşüm projesi en başından itibaren çokça eleştirilmiş, Sulukule Platformu adı ile bir çok farklı kesimin bir araya geldiği bir yapı kurulmuş, akademisyenler, öğrenciler tarafından alternatifler yaratılmaya çalışılmış, hatta konu AB parlamentosuna kadar gitmiştir (daha detaylı bilgi için bkz. Sulukulegunlugu.blogspot.com). Ancak Sulukule projesine karşı yükseltilen seslerin yaygın medyada yeterince yer bulabildiğini söylemek mümkün değildir. Ta ki Emekli Sandığına ait arazide yer alan Hilton otelinin özelleştirilmesi ile bu araziyi satın alan Doğan Grubunun,bu arazideki imar haklarını arttıramadığı için AKP yönetimi ile arası açılana dek. Bir türlü istediğini elde edemeyen Aydın Doğan’ın bundan sonra kullanacağı baskı unsuru ise medya olacaktır. 2008 Eylül’ünden itibaren Doğan Medya grubuna bağlı yayın organlarında AKP’ye karşı bir tutum sergilenmiş, AKP’nin yolsuzlukları yayınlanmıştır (bkz. Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın Aydın Doğan’a cevabı: “Kuyruk Acısının Nedeni Hilton” Kanal 7 Haber Bülteni, 7 Eylül 2008, http://www.youtube.com/watch?v=b8dNkDIQS2U; “Doğan-Erdoğan Kavgası Manşetlerde!..”, 7 Eylül 2008, http://www.medyaradar.com/haber/medyagunlugu-20621/dogan-erdogan-kavgasi-mansetlerde--kim-ne-dedi--iste-gazetelerin-mansetlerinden-o-kavga.html )İşte bu süreçte Sulukule’nin yeni sakinleri haberi de Hürriyet Gazetesinde yer almıştır.
[1][5]        Köprü projesi ile ilgili nasıl bir süreç izlendiğine ve rant paylaşımlarına dair ayrıntılı bilgi için bkz. İMECE Toplumun Şehircilik Hareketi 3. Köprü raporu -
[1][6] “Ali Ağaoğlu: Depremde ölen şanslıdır. Kumları Marmara Denizi'nden demirleri hurdadan çektik!” Referans Gazetesi, 20 Ağustos, 2009
[1][7]        Toplum İçin Şehircilik tarafından hazırlanan İstanbul’daki çadır kurulabilecek alanlardaki yapılaşmaları gösteren rapor İstanbul’un afet planı ve İstanbul’daki olası bir depreme karşı alınan önlemlere dair kapsamlı bilgiler sunmaktadır. İstanbul'un Acil Eylem Planı İktidarın Rant Planlarının Kurbanı, http://www.toplumicinsehircilik.org/index.php?option=com_content&view=article&id=203:stanbulun-acil-eylem-plan-ktidarn-rant-planlarnn-kurban&catid=2:raporlar
[1][8] Sabah Gazetesi, 27.10.2011, “2 Milyon Konutun Yenilenmesi Gerek”, http://www.sabah.com.tr/Gundem/2011/10/27/2-milyon-konutun-yenilenmesi-gerek