27 Haziran 2012 Çarşamba

Kapitalizm, Kent ve İnsan

Kentlerin gelişimi incelendiğinde, insanlık tarihinin önemli dönemeçlerinin bu mekânlarda yaşandığı görülür. Tüm yapısıyla hâkim sınıf ideolojisinin bir yansıması olan kentler, sınıflı toplumların mülkiyet ilişkilerine göre şekillenir. Bugünkü egemen sistem olan kapitalizmin temel değişkeni ise sermaye birikimidir. Sermaye birikimi, bir dizi toplumsal ilişkinin, işbölümünün ürünü olarak gerçekleşir. Sistemin yapısından kaynaklı olarak eşitsizdir. Bu eşitsizlik kentin içinde de eşitsiz bir paylaşımı doğurur. Kapitalizmin kentleri ezen ve ezilen arasındaki uzlaşmaz çelişkinin binbir görüntüsünü içerir.
 Avcılık ve toplayıcılıktan yola çıkan, köleci ve feodal sistem içinden geçip kapitalizme ulaşan insanlık tarihinde temel belirleyici rolü, insanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olarak yürütülen ekonomik faaliyetler oynamıştır.
Tarihin öznesi olan insan, değiştiren ve dönüştüren güç olarak her tarihsel kesitte üretici güçlerin gelişimi ile büyük değişimler yaratmış, hem birey hem de toplum olarak bu değişimlerden de köklü bir şekilde etkilenmiştir.
Kapitalizm ve kent
1917 yılında Rusya'da Ekim Devrimi ile başlayan, bir dizi devrimle devam eden, 1990'ların başında çözülen sosyalizm deneyimlerini dışta tutarsak, son birkaç yüzyıl içinde yeryüzüne giderek artan bir tempoda hâkim olan sistem kapitalizm, tüm hayatı kendine göre şekillendirmiş, toplumu ve doğayı kendi ihtiyaçlarına uygun bir şekilde değiştirmiştir. Bu değişimde belirleyici olan doğal olarak kapitalist sistemin işleyiş yasalarıdır.
Kapitalizmi bir sistem olarak belirleyen olgu kâr ve birikim dürtüsüdür. Emeğin piyasada alınıp satılan metaya indirgendiği bu sistemde artı-değere el koyan kapitalistler, devamlı birikim tutkusu ile plansız bir biçimde hareket ederler. Bu plansız sürükleniş kentsel mekâna da yansır ve sonuç olarak anarşik bir şekilde gelişen, altyapısı oluşturulmamış, ulaşım ilişkileri kurulmamış, içinde barındırdığı nüfusun ihtiyaçlarına karşılık veremeyen kentler, kısacası günümüzün kapitalist kentleri oluşur.
Kapitalist toplumlarda kentler, sanayinin yoğunlaştığı, artı-değerin üretildiği ve ticaretin en geniş şekilde hüküm sürdüğü rant alanlarıdır. Bu açıdan bakıldığında kentler, bir yanıyla kapitalist sistemin merkezleridir ancak aynı kentler diğer yanıyla da burjuvazinin zenginliğini yaratan emeğin de merkezlerini oluşturur. Dolayısıyla kent, toplumun bu iki temel dinamiğini, burjuvazi ve işçi sınıfını bağrında taşır. Kent, aynı zamanda, bu iki farklı ve çıkarları birbirine tamamen ters, karşıt iki sınıfın mücadele alanıdır. Mülk sahibi sınıflar ve mülksüz emekçi yığınların sürekli karşıtlık ilişkisi içinde bulunduğu mekân olarak kentler, her şeye damgasını vuran bu karşıtlığa uygun olarak biçimlenir. Kapitalizmde gelişen kentlerin yaşadığı sorunların özü ve özeti aslında bu tarihsel çelişki içinde yatmaktadır.
Kapitalizmin kent mekânında yarattığı sonuçlara ilişkin ilk ve kapsamlı değerlendirme bilimsel sosyalizmin önemli kuramcısı Engels tarafından yapılmıştır. Engels, kapitalizmin kendi mantığına uygun bir biçimde kentleri nasıl dönüştürdüğünü Manchester kenti özelinde gösterirken, kapitalizmin yarattığı sömürü ve sefaletin sadece fabrikaya özgü olmadığını, kent mekânında da benzer bir sefalet, yoksulluk ve ikililiğin ortaya çıktığını vurgulamıştır.
Fransız marksist düşünürü Lefebvree göre de, kapitalizm ile kent arasındaki ilişki kapitalizm açısından yaşamsal bir öneme sahiptir. Diğer bir anlatımla, kapitalizm bugünü görebilmişse, bunu aynı zamanda kent mekânını alınıp satılır bir meta olarak keşfetmesine borçludur. Bu değerlendirmenin gerisinde, kapitalizmin kent mekânını metalaştırması vardır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletin öncülüğünde gelişmiş ülkelerde kent mekânı hızlı bir metalaşma sürecini yaşamıştır. Alt kentlere kaçan orta sınıflar bir yandan konut ve altyapı alanında büyük yatırımları körüklerken, diğer yandan da bu yeni yaşam biçimi araba sahipliğinden yeni okullar, hastaneler ve benzeri türden yatırımları gerekli kılmıştır. Diğer bir anlatımla, üretim alanında ortaya çıkan sermaye fazlası kent mekânına yönlendirilerek, sermayenin aşırı birikim krizi belli bir dönem için aşılabilmiştir. Kentlerin sermaye birikimi içinde oynadığı bu rol, kentsel arsanın kendisinin kapitalizm için en önemli meta haline gelişinin de en çarpıcı örneklerinden birisidir. Kapitalist kentin değişim ve dönüşümü, sermaye birikim süreçlerinde kentin üstlendiği rol ve bu çerçevede ortaya çıkan sonuç, emeğin yeniden üretimi sürecinde ortaya çıkan çelişki ve mücadelelerin bir sonucudur. Bu nedenle kentler basitçe binalardan ve yollardan oluşan yaşam alanları ya da insan yoğunlaşması değildir. Bir yanıyla kapitalizmin artı değerinin üretildiği mekan olan kentler, işçi yığınlarına olarak ev sahipliği yaparken bir anda alınır satılır bir metaya dönüşmüştür. Bu değişim/dönüşüm kapitalizmin krizlerini aşmasına, kendini yeniden üretmesine yardımcı olurken yaşamsal bir olgu olan barınma hakkı işçi sınıfının kâbusuna dönüşmüştür. İşçi sınıfı, yaşamak için çalışmak, çalışmak için kentlerde yaşamak, kentlerde barınabilmek için kapitaliste bedel ödemek zorunda kaldığı acımasız bir girdabın içine girmiştir. Elbette işin en önemli yönü barınma olsa da işçilerin sırtına ulaşım, su, elektrik gibi "hizmetler" de yüklenmiş, ücretli kesim vergi yükü altında ezilmiştir. Böylece kent kapitalizmin etinden-kemiğinden acımasızca yararlandığı bir alan haline dönüşmüştür.
Kentlerin gelişimi
Kentler kapitalist düzenin iktisadi çalkantılarına paralel olarak önemli kırılmalar yaşamıştır. Kapitalizmin egemen bir sistem haline gelip kendi modern şehirlerini yarattığı 20. yüzyılın ilk kırılmaları savaş dönemlerinde yaşanmıştır. Özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan 1970'li yılların sonlarına kadar süren bu dönemde, kentlerin üstlendiği işlevler arasında birincil olarak savaşın yıkıntılarını kaldırmak için ihtiyaç duyulan emeğin yeniden üretimi ön plana çıkmıştır. Neoliberal politikaların hayata geçmesiyle 1980'li yıllarda başlayıp halen süren dönemde ise, devletin kentsel alana müdahalesine ilişkin olarak iki temel politika değişikliği önplana çıkmıştır. Birincisi, neoliberal öğretiye uygun olarak kentsel hizmetlerin sağlanmasından devletin hızla çekilmesidir. Eğitim, sağlık, ulaşım ve benzeri türden hizmetlerin sağlanmasından devlet dereceli olarak çekilirken, çekilmediği alanlarda da hizmetin sağlanmasını ihale ve benzeri yöntemlerle özel sektöre bırakmıştır. Bu yönelim bir anlamda "Keynesyen" politikaların çözülüşünün kentsel düzlemdeki yansımasıdır. Kent mekânına ilişkin düzenlemeler giderek gevşemiş, planlama kurumları güçlerini önemli ölçüde yitirmiştir.
Bunun somut yansımalarını Türkiye'de, neoliberal politikaların daha kararlı bir biçimde uygulanması ile görmekteyiz. Belediyelerin kontrolü altındaki bir dizi hizmetin taşeron şirketlere kiralanması, su, doğalgaz, ulaşım gibi belli başlı hizmetlerin belediye bünyesinde kurulan ve "kâr etmesi" öngörülen şirketlere devredilmesi bu değişimlerin en açık örnekleridir. Tüm bunlar arasında ciddi bir öneme sahip olan ve birçok şehirde son dönemde iyice önplana çıkan "kentsel dönüşüm" söylemi ve somut uygulamaları da bu politikaların bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kentsel mekanda insan
Bu kısa özet bile, kentin aslında bir mekândan ibaret olmadığını ortaya koymaktadır. O aslında yaşayan bir organizmadır ve sistem içindeki yaşanan tüm değişimlere çok hızlı reaksiyon vermektedir. Zira sistem en yalın haliyle kentlerde soluk alıp vermekte, sistemin tüm dişlileri buralarda dönmektedir. Kapitalizmde, somutta bir yaşam alanı olan kentsel mekânlar hayatın içinde, insanın yaşamında ne kadar değerli olduğuyla değil piyasa değeri ile bir başka deyimle değişim değeriyle tariflenmektedir. Örneğin ormanlık bir alanı talan etmek kapitalizm açısından "kâr" edildiği sürece önemli değildir. Çünkü onu ilgilendiren herhangi bir şeyin "ne kadar ettiğidir".
İnsanın barınma ve toplumsal ilişkiler kurma gereksinimini karşılayan mekân olarak kentlerin doğrudan kapitalist üretim ilişkilerine bağlanması sonucunda, kentin iktisadi ilişkileri "insanı" tali plana itmiştir. Kent, insan üzerinde baskı oluşturan, onun eylem alanını daraltan, metropollerdeki kalabalıklara rağmen insanı yalnızlaştıran, kendisine ve çevresine yabancılaştıran bir mekâna dönüşmüştür. "Evden işe, işten eve" sarmalında kültürel ve sosyal gelişimi budanan insan için kent, bir sosyalleşme alanı değil onun açık hapishanesi haline gelmiştir. Kültürel ve sanatsal alanlar bir lükse dönüşmüş, daha çok burjuvazinin, yani emeğiyle yaşamayan asalakların gidebildiği adresler olmuştur.
Böylece işlevsizleştirilen bu alanların yerine konulan tek şey kapitalizmin kâr hırsı olmaktadır. Kentsel alanlarda insan boş vakitlerini değerlendirmeye yönelik oluşturulan ve mevcut imar mevzuatında kişi başı metrekare değerleri ve standartları sayısal olarak ifade edilen sosyal ve kültürel tesisler, açık ve kapalı spor alanları, mesire yerleri gibi kent içinde ayrılması gereken alanlar sermayeye peşkeş çekilmektedir.
Sermayenin bu kâr hırsı kentsel mekânda kendini açıkça göstermekte ve karşımıza yeşil alandan ve sosyal-kültürel merkezlerden yoksun, tamamen kapitalist dürtülerle şekillenmiş kentsel mekanlar çıkmaktadır. Kendileri için hazırladıkları mekanları örneğin "doğayla iç içe" seçen, sosyal-kültürel olanakları ve güvenliğiyle bir bütün olarak kurgulayan burjuvazi, geriye kalan herkes için şehrin en lanetli köşelerini ayırmaktadır. Bu kapitalist kentin gerçeği, sistemin en çıplak görüntülerinden biridir.
Ayrıca altyapı eksikliği modern şehirlerin ortak özelliği olarak önplana çıkmaktadır. Örneğin trafik (ulaşım) çağımızda tüm büyük kentlerin en başat sorunu olduğu halde henüz sermaye bu sorunu tam olarak çözebildiği bir kent yaratmayı başarabilmiş değildir. Buna esas olarak kentin plansız gelişimi ve altyapının sermaye için gereksiz ve pahalı bir yatırım olarak görünmesi neden olmaktadır.
Kapitalist sistem doğal kaynaklarımıza da saldırmaktadır. Bu kapsamda su havzaları, orman alanları ve sulak alanlar kapitalizmin kâr hırsı uğruna hazırlanan imar planlarıyla yerleşime açılmaktadır. Bunun en son örneğini geçtiğimiz yerel seçimlerin arifesinde alelacele onaylanan 1/100.000 İstanbul Çevre Düzeni Planı'nda da görmekteyiz. Bazı orman alanları "2B Yasası" kapsamına alınarak, yani orman vasfını yitirmiş alan ilan edilerek farklı kullanımlara açılmaktadır. Aynı şekilde küresel ısınmanın da etkisiyle barajlardaki su tutma oranları günbegün düşerken ve susuzluk tehlikesi kapıdayken, İstanbul içindeki bazı su havzalarında yapılaşma öngörülmektedir. Sanayi havzalarında yeterli denetimin yapılmaması ya da bazı eksiklere göz yumulması (katı ve sıvı atık tesislerinin ve filtrelerin oluşturulmaması) hava, su ve toprak kirliliğinde ciddi artışların yaşanmasına sebep olmaktadır. Soluduğumuz havadan içtiğimiz suya ve üzerinde yaşadığımız toprağa kadar insanlığa ait olan tüm değerler ayrıcalıklı bir azınlık tarafından göz göre göre heba edilmektedir.
Kamusal alanların ranta açılarak tüketilmesiyle yaratılan bu tarz kentler yaşam biçimlerimizi ve alışkanlıklarımızı doğrudan etkilemektedir.
Sonuç olarak, paylaşımdan uzak, insanı yabancılaştıran ve yalnızlaştıran hayatlar bu mekânlar aracılığıyla oluşturulmaktadır. Tüm bunlara kapitalizmin ağır çalışma koşulları da eklendiğinde, sabahları metropollerin keşmekeş trafiğinde yollara dökülen, yorgun ve uzun çalışma saatlerinin ardından yine aynı keşmekeş içinde evlerine dönen, faturalarını nasıl ödeyeceğini düşünen, hayat kavgası içinde yönünü kaybetmiş kapitalizmin istediği ideal insan tipi ortaya çıkmaktadır.
"Aslan yattığı yerden belli olur" atasözü ile kapitalist kentleri anlamlandırmak daha kolay olacaktır. İçindeki pisliği dışarıya göstermek istemeyen karartılmış camlarıyla, göğe yükselen gökdelenleriyle meydan okuyan kapitalist kentin yalan dünyasının arka planında gettolara hapsedilmiş işçiler ve emekçiler, her türlü pisliğin ve çürümüşlüğün kol gezdiği sokaklar vardır. Bu çelişik yapı, tekniğin ve bilimin bugün geldiği noktada insanlık tarihinin en çözümsüz denklemini gözler önüne sermektedir.
(Mühendislik, Mimarlık ve Planlamada Toplumcu Eksen, Sayı: 3, Nisan-Haziran 2010)
toplumcueksen.net