Kentlerin gelişimi incelendiğinde,
insanlık tarihinin önemli dönemeçlerinin bu mekânlarda yaşandığı görülür. Tüm
yapısıyla hâkim sınıf ideolojisinin bir yansıması olan kentler, sınıflı
toplumların mülkiyet ilişkilerine göre şekillenir. Bugünkü egemen sistem olan
kapitalizmin temel değişkeni ise sermaye birikimidir. Sermaye birikimi, bir
dizi toplumsal ilişkinin, işbölümünün ürünü olarak gerçekleşir. Sistemin
yapısından kaynaklı olarak eşitsizdir. Bu eşitsizlik kentin içinde de eşitsiz
bir paylaşımı doğurur. Kapitalizmin kentleri ezen ve ezilen arasındaki uzlaşmaz
çelişkinin binbir görüntüsünü içerir.
Avcılık ve toplayıcılıktan
yola çıkan, köleci ve feodal sistem içinden geçip kapitalizme ulaşan insanlık
tarihinde temel belirleyici rolü, insanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik
olarak yürütülen ekonomik faaliyetler oynamıştır.
Tarihin öznesi olan insan,
değiştiren ve dönüştüren güç olarak her tarihsel kesitte üretici güçlerin
gelişimi ile büyük değişimler yaratmış, hem birey hem de toplum olarak bu
değişimlerden de köklü bir şekilde etkilenmiştir.
Kapitalizm ve kent
1917 yılında Rusya'da Ekim Devrimi
ile başlayan, bir dizi devrimle devam eden, 1990'ların başında çözülen
sosyalizm deneyimlerini dışta tutarsak, son birkaç yüzyıl içinde yeryüzüne
giderek artan bir tempoda hâkim olan sistem kapitalizm, tüm hayatı kendine göre
şekillendirmiş, toplumu ve doğayı kendi ihtiyaçlarına uygun bir şekilde
değiştirmiştir. Bu değişimde belirleyici olan doğal olarak kapitalist sistemin
işleyiş yasalarıdır.
Kapitalizmi bir sistem olarak
belirleyen olgu kâr ve birikim dürtüsüdür. Emeğin piyasada alınıp satılan
metaya indirgendiği bu sistemde artı-değere el koyan kapitalistler, devamlı
birikim tutkusu ile plansız bir biçimde hareket ederler. Bu plansız sürükleniş
kentsel mekâna da yansır ve sonuç olarak anarşik bir şekilde gelişen, altyapısı
oluşturulmamış, ulaşım ilişkileri kurulmamış, içinde barındırdığı nüfusun
ihtiyaçlarına karşılık veremeyen kentler, kısacası günümüzün kapitalist
kentleri oluşur.
Kapitalist toplumlarda kentler,
sanayinin yoğunlaştığı, artı-değerin üretildiği ve ticaretin en geniş şekilde
hüküm sürdüğü rant alanlarıdır. Bu açıdan bakıldığında kentler, bir yanıyla
kapitalist sistemin merkezleridir ancak aynı kentler diğer yanıyla da
burjuvazinin zenginliğini yaratan emeğin de merkezlerini oluşturur. Dolayısıyla
kent, toplumun bu iki temel dinamiğini, burjuvazi ve işçi sınıfını bağrında
taşır. Kent, aynı zamanda, bu iki farklı ve çıkarları birbirine tamamen ters,
karşıt iki sınıfın mücadele alanıdır. Mülk sahibi sınıflar ve mülksüz emekçi
yığınların sürekli karşıtlık ilişkisi içinde bulunduğu mekân olarak kentler,
her şeye damgasını vuran bu karşıtlığa uygun olarak biçimlenir. Kapitalizmde
gelişen kentlerin yaşadığı sorunların özü ve özeti aslında bu tarihsel çelişki
içinde yatmaktadır.
Kapitalizmin kent mekânında
yarattığı sonuçlara ilişkin ilk ve kapsamlı değerlendirme bilimsel sosyalizmin
önemli kuramcısı Engels tarafından yapılmıştır. Engels, kapitalizmin kendi
mantığına uygun bir biçimde kentleri nasıl dönüştürdüğünü Manchester kenti
özelinde gösterirken, kapitalizmin yarattığı sömürü ve sefaletin sadece
fabrikaya özgü olmadığını, kent mekânında da benzer bir sefalet, yoksulluk ve
ikililiğin ortaya çıktığını vurgulamıştır.
Fransız marksist düşünürü Lefebvree
göre de, kapitalizm ile kent arasındaki ilişki kapitalizm açısından yaşamsal
bir öneme sahiptir. Diğer bir anlatımla, kapitalizm bugünü görebilmişse, bunu
aynı zamanda kent mekânını alınıp satılır bir meta olarak keşfetmesine
borçludur. Bu değerlendirmenin gerisinde, kapitalizmin kent mekânını
metalaştırması vardır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletin
öncülüğünde gelişmiş ülkelerde kent mekânı hızlı bir metalaşma sürecini
yaşamıştır. Alt kentlere kaçan orta sınıflar bir yandan konut ve altyapı alanında
büyük yatırımları körüklerken, diğer yandan da bu yeni yaşam biçimi araba
sahipliğinden yeni okullar, hastaneler ve benzeri türden yatırımları gerekli
kılmıştır. Diğer bir anlatımla, üretim alanında ortaya çıkan sermaye fazlası
kent mekânına yönlendirilerek, sermayenin aşırı birikim krizi belli bir dönem
için aşılabilmiştir. Kentlerin sermaye birikimi içinde oynadığı bu rol, kentsel
arsanın kendisinin kapitalizm için en önemli meta haline gelişinin de en
çarpıcı örneklerinden birisidir. Kapitalist kentin değişim ve dönüşümü, sermaye
birikim süreçlerinde kentin üstlendiği rol ve bu çerçevede ortaya çıkan sonuç,
emeğin yeniden üretimi sürecinde ortaya çıkan çelişki ve mücadelelerin bir
sonucudur. Bu nedenle kentler basitçe binalardan ve yollardan oluşan yaşam
alanları ya da insan yoğunlaşması değildir. Bir yanıyla kapitalizmin artı
değerinin üretildiği mekan olan kentler, işçi yığınlarına olarak ev sahipliği
yaparken bir anda alınır satılır bir metaya dönüşmüştür. Bu değişim/dönüşüm
kapitalizmin krizlerini aşmasına, kendini yeniden üretmesine yardımcı olurken
yaşamsal bir olgu olan barınma hakkı işçi sınıfının kâbusuna dönüşmüştür. İşçi
sınıfı, yaşamak için çalışmak, çalışmak için kentlerde yaşamak, kentlerde
barınabilmek için kapitaliste bedel ödemek zorunda kaldığı acımasız bir
girdabın içine girmiştir. Elbette işin en önemli yönü barınma olsa da işçilerin
sırtına ulaşım, su, elektrik gibi "hizmetler" de yüklenmiş, ücretli
kesim vergi yükü altında ezilmiştir. Böylece kent kapitalizmin etinden-kemiğinden
acımasızca yararlandığı bir alan haline dönüşmüştür.
Kentlerin gelişimi
Kentler kapitalist düzenin iktisadi
çalkantılarına paralel olarak önemli kırılmalar yaşamıştır. Kapitalizmin egemen
bir sistem haline gelip kendi modern şehirlerini yarattığı 20. yüzyılın ilk
kırılmaları savaş dönemlerinde yaşanmıştır. Özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan
1970'li yılların sonlarına kadar süren bu dönemde, kentlerin üstlendiği
işlevler arasında birincil olarak savaşın yıkıntılarını kaldırmak için ihtiyaç
duyulan emeğin yeniden üretimi ön plana çıkmıştır. Neoliberal politikaların
hayata geçmesiyle 1980'li yıllarda başlayıp halen süren dönemde ise, devletin
kentsel alana müdahalesine ilişkin olarak iki temel politika değişikliği
önplana çıkmıştır. Birincisi, neoliberal öğretiye uygun olarak kentsel
hizmetlerin sağlanmasından devletin hızla çekilmesidir. Eğitim, sağlık, ulaşım
ve benzeri türden hizmetlerin sağlanmasından devlet dereceli olarak çekilirken,
çekilmediği alanlarda da hizmetin sağlanmasını ihale ve benzeri yöntemlerle özel
sektöre bırakmıştır. Bu yönelim bir anlamda "Keynesyen" politikaların
çözülüşünün kentsel düzlemdeki yansımasıdır. Kent mekânına ilişkin düzenlemeler
giderek gevşemiş, planlama kurumları güçlerini önemli ölçüde yitirmiştir.
Bunun somut yansımalarını Türkiye'de,
neoliberal politikaların daha kararlı bir biçimde uygulanması ile görmekteyiz.
Belediyelerin kontrolü altındaki bir dizi hizmetin taşeron şirketlere
kiralanması, su, doğalgaz, ulaşım gibi belli başlı hizmetlerin belediye
bünyesinde kurulan ve "kâr etmesi" öngörülen şirketlere devredilmesi
bu değişimlerin en açık örnekleridir. Tüm bunlar arasında ciddi bir öneme sahip
olan ve birçok şehirde son dönemde iyice önplana çıkan "kentsel
dönüşüm" söylemi ve somut uygulamaları da bu politikaların bir ürünü
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kentsel mekanda insan
Bu kısa özet bile, kentin aslında
bir mekândan ibaret olmadığını ortaya koymaktadır. O aslında yaşayan bir
organizmadır ve sistem içindeki yaşanan tüm değişimlere çok hızlı reaksiyon
vermektedir. Zira sistem en yalın haliyle kentlerde soluk alıp vermekte,
sistemin tüm dişlileri buralarda dönmektedir. Kapitalizmde, somutta bir yaşam
alanı olan kentsel mekânlar hayatın içinde, insanın yaşamında ne kadar değerli
olduğuyla değil piyasa değeri ile bir başka deyimle değişim değeriyle
tariflenmektedir. Örneğin ormanlık bir alanı talan etmek kapitalizm açısından
"kâr" edildiği sürece önemli değildir. Çünkü onu ilgilendiren
herhangi bir şeyin "ne kadar ettiğidir".
İnsanın barınma ve toplumsal
ilişkiler kurma gereksinimini karşılayan mekân olarak kentlerin doğrudan
kapitalist üretim ilişkilerine bağlanması sonucunda, kentin iktisadi ilişkileri
"insanı" tali plana itmiştir. Kent, insan üzerinde baskı oluşturan,
onun eylem alanını daraltan, metropollerdeki kalabalıklara rağmen insanı
yalnızlaştıran, kendisine ve çevresine yabancılaştıran bir mekâna dönüşmüştür.
"Evden işe, işten eve" sarmalında kültürel ve sosyal gelişimi budanan
insan için kent, bir sosyalleşme alanı değil onun açık hapishanesi haline gelmiştir.
Kültürel ve sanatsal alanlar bir lükse dönüşmüş, daha çok burjuvazinin, yani
emeğiyle yaşamayan asalakların gidebildiği adresler olmuştur.
Böylece işlevsizleştirilen bu
alanların yerine konulan tek şey kapitalizmin kâr hırsı olmaktadır. Kentsel
alanlarda insan boş vakitlerini değerlendirmeye yönelik oluşturulan ve mevcut
imar mevzuatında kişi başı metrekare değerleri ve standartları sayısal olarak
ifade edilen sosyal ve kültürel tesisler, açık ve kapalı spor alanları, mesire
yerleri gibi kent içinde ayrılması gereken alanlar sermayeye peşkeş
çekilmektedir.
Sermayenin bu kâr hırsı kentsel
mekânda kendini açıkça göstermekte ve karşımıza yeşil alandan ve
sosyal-kültürel merkezlerden yoksun, tamamen kapitalist dürtülerle şekillenmiş
kentsel mekanlar çıkmaktadır. Kendileri için hazırladıkları mekanları örneğin
"doğayla iç içe" seçen, sosyal-kültürel olanakları ve güvenliğiyle
bir bütün olarak kurgulayan burjuvazi, geriye kalan herkes için şehrin en
lanetli köşelerini ayırmaktadır. Bu kapitalist kentin gerçeği, sistemin en
çıplak görüntülerinden biridir.
Ayrıca altyapı eksikliği modern
şehirlerin ortak özelliği olarak önplana çıkmaktadır. Örneğin trafik (ulaşım)
çağımızda tüm büyük kentlerin en başat sorunu olduğu halde henüz sermaye bu
sorunu tam olarak çözebildiği bir kent yaratmayı başarabilmiş değildir. Buna
esas olarak kentin plansız gelişimi ve altyapının sermaye için gereksiz ve
pahalı bir yatırım olarak görünmesi neden olmaktadır.
Kapitalist sistem doğal
kaynaklarımıza da saldırmaktadır. Bu kapsamda su havzaları, orman alanları ve
sulak alanlar kapitalizmin kâr hırsı uğruna hazırlanan imar planlarıyla
yerleşime açılmaktadır. Bunun en son örneğini geçtiğimiz yerel seçimlerin
arifesinde alelacele onaylanan 1/100.000 İstanbul Çevre Düzeni Planı'nda da
görmekteyiz. Bazı orman alanları "2B Yasası" kapsamına alınarak, yani
orman vasfını yitirmiş alan ilan edilerek farklı kullanımlara açılmaktadır.
Aynı şekilde küresel ısınmanın da etkisiyle barajlardaki su tutma oranları
günbegün düşerken ve susuzluk tehlikesi kapıdayken, İstanbul içindeki bazı su
havzalarında yapılaşma öngörülmektedir. Sanayi havzalarında yeterli denetimin
yapılmaması ya da bazı eksiklere göz yumulması (katı ve sıvı atık tesislerinin
ve filtrelerin oluşturulmaması) hava, su ve toprak kirliliğinde ciddi artışların
yaşanmasına sebep olmaktadır. Soluduğumuz havadan içtiğimiz suya ve üzerinde
yaşadığımız toprağa kadar insanlığa ait olan tüm değerler ayrıcalıklı bir
azınlık tarafından göz göre göre heba edilmektedir.
Kamusal alanların ranta açılarak
tüketilmesiyle yaratılan bu tarz kentler yaşam biçimlerimizi ve
alışkanlıklarımızı doğrudan etkilemektedir.
Sonuç olarak, paylaşımdan uzak,
insanı yabancılaştıran ve yalnızlaştıran hayatlar bu mekânlar aracılığıyla
oluşturulmaktadır. Tüm bunlara kapitalizmin ağır çalışma koşulları da
eklendiğinde, sabahları metropollerin keşmekeş trafiğinde yollara dökülen,
yorgun ve uzun çalışma saatlerinin ardından yine aynı keşmekeş içinde evlerine
dönen, faturalarını nasıl ödeyeceğini düşünen, hayat kavgası içinde yönünü
kaybetmiş kapitalizmin istediği ideal insan tipi ortaya çıkmaktadır.
"Aslan yattığı yerden belli
olur" atasözü ile kapitalist kentleri anlamlandırmak daha kolay olacaktır.
İçindeki pisliği dışarıya göstermek istemeyen karartılmış camlarıyla, göğe
yükselen gökdelenleriyle meydan okuyan kapitalist kentin yalan dünyasının arka
planında gettolara hapsedilmiş işçiler ve emekçiler, her türlü pisliğin ve
çürümüşlüğün kol gezdiği sokaklar vardır. Bu çelişik yapı, tekniğin ve bilimin
bugün geldiği noktada insanlık tarihinin en çözümsüz denklemini gözler önüne
sermektedir.
(Mühendislik, Mimarlık ve Planlamada Toplumcu Eksen, Sayı:
3, Nisan-Haziran 2010)
toplumcueksen.net