Harita ve
Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Celal BEŞİKTEPE
Eylül 2007
ÖZET
Tarihsel ve
toplumsal bir perspektif içerisinde bakıldığında, kapitalist sistemden
kaynaklanan gelişmelere karşı en hassas alanın kentler olduğu ortaya
çıkmaktadır. Kapitalizmin, köyleri, kasabaları ve kentleri, yerel ve
ailesel ilişkilerin en gizli noktalarına kadar işgal edip toplumsal bağları
parçalamaya başlaması yirminci yüzyılın ortalarında gerçekleşmiş, toplumsal
dayanışma ruhu, ekolojik denge ve toplumsal yaşamın çeşitliliği bütünüyle
tehlike altına girmiştir.
Kapitalizminin
küreselleşme adı altında sürdürdüğü yeni liberal politikalarla kentler,
sermayenin yeni birikim sürecinin yoğun olarak yaşandığı mekanlar haline
gelmiştir. Özelleştirme,
yerelleşme ve ticarileşme uygulamaları küreselleşme sürecinin en önemli
halkalarıdır.
Kentler ve
özellikle metropol kentler konusunda bütünlüklü analiz önemlidir, çünkü yaşamın
tüm renk ve dokularını içerdiği, sermayenin birikim sürecinin yarattığı
tahribatı yansıttığı ve özellikle kapitalist ilişkileri içinde bir bütün olarak
o ülke ve dünya kapitalizmi ile bağlantılı olduğu için bütünlüklü bir yaklaşım
ve çözümleme önem taşıyor. Bu çözümleme, bu sürece karşı verilecek mücadelenin
yöntem ve araçlarını da belirleyecektir.
Giriş
Kapitalizmi tanımlayan temel değişken sermaye birikiminin gerçekleşmesidir.
Sermaye birikimi aslında toplumsal ortamın bir bütün olarak dönüşümü anlamına
gelir ve bir dizi toplumsal ilişkiyi içerir. Bu toplumsal ilişkiler toplamı,
üretim, dolaşım ve bölüşüm gibi toplumsal sonuçları olan ilişkilere neden olur.
Toplumsal kesimler/sınıflar arasındaki ilişkileri tanımlayan önemli özellik, ilişkilerin
eşitsiz olmasıdır. Bir dizi eşitsizliği içeren birikim süreci, aynı zamanda
mekansal eşitsizliklere yol açar.
Tarihsel, toplumsal ve ekolojik bir perspektif içerisinde bakıldığında,
kapitalist sistemden kaynaklanan gelişmelere karşı en hassas alanın kentler
olduğu ortaya çıkmaktadır. Kentleşmenin topluma ve doğal dünyaya karşı
duyarlılığımızda meydana getirdiği değişiklikleri incelemek, günümüzde daha
büyük önem kazanmıştır.
İnsanlığın eşitlik ve özgürlük değerlerinin, bütün uygarlıkların katkılarıyla,
bilinen tarih boyunca, binlerce yıldır ortaya çıkmış çeşitli kültürler,
toplumsal ve siyasal hareketlere ev sahipliği yapmış insan yerleşimlerinde
kökenleri vardır. Kentli hakları olarak son yıllarda gündemimize giren hakların
kökenleri de burada yatmaktadır.
İnsan yaratıcılığının olağanüstü ürünleri olan kentler, insanlığın on bin
yıllık bilinen tarihinin çok önemli bölümünü oluşturmuş, insan aklının
gelişiminde çok önemli roller oynamıştır. Tarih, eşsiz ve özgün yapıdaki birçok
kent örneği ile doludur. Doğa ile insanın el ele işleyip oluşturduğu
güzellikler dokusu, gün ışığına çıkarılması gereken değerleriyle tarihi birer
uygarlık merkezleridir.
Kapitalist üretim ilişkileri ile birlikte değişen ve
modernizm olarak da ifade edilen toplumsal yapı, öncelikle sanayi üretiminin
yer aldığı kentlerde geçerli olmuştur. Kapitalizmin, köyleri, kasabaları ve
kentleri, yerel ve ailesel ilişkilerin en gizli noktalarına kadar işgal edip
toplumsal bağları parçalamaya başlaması yirminci yüzyılın ortalarında gerçekleşmiş,
ekolojik sistemler, biyolojik çeşitlilik, toplumsal dayanışma ruhu ve toplumsal
yaşamın çeşitliliği bütünüyle tehlike altına girmiştir.
II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte sosyalist
sistemin gücünün artması hem geri kalmış ülkeleri etkilemiş, hem de dünya
kapitalizmini her alanda bir rekabete zorlamış ve Keynesyen
politikalar adıyla ifade edilen talep yönlü ekonomi politikaları özellikle
merkez kapitalist ülkelerde uygulamaya konulmuştur . 1950’li yılların
başlarından 1970’li yılların başlarına kadar geçen yaklaşık 20 yıllık süreçte
etkin biçimde uygulanan “sosyal devlet” anlayışı, emek ve sermaye arasındaki
temel çelişkiyi ortadan kaldırmamakla beraber, bu dönemde artan refahtan emekçi
kesimlerin de pay almaları sağlanmıştır.
1970’lere kadar barınmanın, konut edinmenin insanlar için
bir hak olduğu, devletlerin bu kapsamda gerekli önlemleri alması ve zengin
ülkelerin yoksul ülkelerdeki barınma ve konut sorunlarının çözümüne katkıda
bulunması gerektiği şeklinde görüşler kabul görmüştür.
Ancak, 1970’li yıllarla birlikte kar hadleri yeniden
düşmeye başlamış, kapitalizm tekrar bir krize girmiştir. Kapitalizmin bu yeni
krizinin temel sorumlusu olarak da emeğin örgütlü olduğu üretim sistemi ve
sosyal devleti gösteren anlayış kabul görmüştür. Yeni liberal politikalar
olarak da isimlendirilen bu anlayış, 1970’li yılların ortalarından itibaren
başta, ABD ve İngiltere olmak üzere kapitalist ülkelerde benimsenmeye başlanmış
ve uygulamaya konulmuştur. Bu politikalar sonucunda sermaye, ucuz emek bölgeleri
ve yeni pazarlara yönelmiştir.
19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve II Dünya Savaşı
sonrasında gelişen ve yaygınlaşan sosyal hakların özellikle kentlerde
yaşayanlara yönelik olması, 1970’lerin ortalarında uygulamaya konulan yeni
liberal dönüşüm sürecinin de kentlerde daha yakından hissedilmesine yol
açmıştır.
Bu bağlamda, üretim sürecindeki esnekleşme ile birlikte,
kayıt dışı çalıştırma ve işsizlik artmış, kısmi süreli çalışma, part-time
çalışma, geçici çalışma gibi güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlık
kazanmıştır. Öte yandan, sosyal devletin tasfiyesi ile birlikte, eğitim,
sağlık, sosyal güvenlik ve alt yapı gibi sosyal nitelikli kamu hizmetleri,
piyasa mekanizması içinde büyük ölçüde metalaştırılmıştır.
Türkiye’de
kentsel sorunların kaynağı
Türkiye’de
kentsel sorunların kaynağı, kapitalizmin II. Dünya Savaşı sonrası tercihlerine
ve bunların uygulanmasına dayanmaktadır. Truman doktrinine dayalı olarak ADB
ile Türkiye arasında imzalanan “Yardım Anlaşması” bir dönemin de başlangıcıdır.
Marshall yardımı denen yardımla Türkiye yeni sürece girmiştir. Marshall yardımları
kapsamında tarıma traktör girmesi, kara yollarına ağırlık verilmesi vb.
uygulamalar kapalı pazar ekonomisinden açık pazar ekonomisine geçiş sürecini
başlatmıştır.
Türkiye’de,
tarım alanında 1950’lerden itibaren büyük değişmeler olmuştur. Tarımın teknolojik
yapısında, işlenen toprakların mülkiyet yapısında ve tarıma aktarılan
kredilerin dağılımındaki değişmeler sonucu olarak ortaya çıkan mülksüzleşme,
işsizlik, büyük bir nüfusun tarımdan kopuş ve göçler sürecini başlattı.
Türkiye, bu gelişmeler sonucu tüketim mallarına yönelik genellikle “ithal
ikamesi” denen bir sanayileşme sürecine girmiştir.
Dayanıklı
tüketim (otomobil, buzdolabı gibi) mallarının ithal edilmesi ve bu malların
giderek montaj ağırlıklı olarak büyük kentlerde üretilerek iç pazara sürülmesi
tarımın ticarete açılarak tarımsal gelirlerin sermaye birikimine aktarılması,
ithal ikamesine dayalı kalkınma politikasının esasını oluşturmuştur. Bu
sermaye birikiminin ikinci kaynağı da ucuz işgücüdür. O da, tarıma traktörün
girmesiyle açığa çıkan işgücünün kentlere göçüdür. Sermaye birikimini
gerçekleştirmek amacıyla ucuz işgücüne, ucuz işgücünün ihtiyacı olan sağlıklı
kente, konuta kaynak ayırmamak ve kente sosyal ölçekli yatırımları
yapmamak yoluyla sermaye biriktirilmiştir.
Kapitalistleşmenin geliştiği, kırın çözülmeye uğradığı,
kentlerin kırsal kökenli göçü en yoğun yaşadığı dönemde bu, emek gücünün
yeniden üretimi sorununun işçi sınıfı ve emekçilere havale edilmesi demekti!
Kapitalist kentleşme sürecinde emekçi sınıfların talepleri karşılanmazken,
mevcut sistemin bir krize dönüşmesini engellemek için, gecekondu, enformal
sektör gibi kendi yolunu kendi açan girişimler ödünlendi. Çok sayıda çıkartılan
“imar afları”, gecekondulara verilen mülkiyet ilişkileri vb. bunun örneklerini
oluşturdu.
Bu süreçte sermaye, İstanbul, İzmir, Kocaeli başta olmak
üzere, Ankara, Adana, Bursa, Mersin’de yatırım yapıyor, işgücü de kentlere
yığılıyordu. 1923-1950 yılları arasında Türkiye’deki kentli nüfus oranı hemen
hemen sabit kalmasına karşın, 1950-1965 yılları arası kentleşme hızı % 6’lar
düzeyine yükselmiştir.
Türkiye’de ekonomik ve sosyal yapıdaki diğer gelişmeler
gibi kentleşmenin genel seyri, kapitalist sistemdeki genel eğilimler ile
paralellikler göstermiştir. 1950’lerde uygulanan “İthal İkameci” sanayileşme
modeli, sermaye birikim süreçleri ve sınıfların şekillenmesi açısından bir
dönüm noktasını oluşturduğu gibi; ayni zamanda sermaye ve emeğin, dolayısıyla
nüfusun mekanda yeniden dağılımını getiriyordu.
Küreselleşme sürecinde kentlerin dönüşümü
Dünya üzerinde yayılmaya küreselleşme adı altında devam
eden kapitalizm, insanlığın büyük mücadeleler ve fedakarlıklarla kazandığı ne
varsa ortadan kaldırmaya çalışıyor. Sermaye birikim süreci önündeki tüm
engelleri birer birer ortadan kaldıran küresel sermaye, karlılık alanlarını
genişletmek için daha saldırgan politikalara yönelmiştir.
Özelleştirme, ticarileşme ve yerelleşme bu emperyalist
programın temel ayaklarını oluşturuyor. Küresel sermaye, tarihsel ulus-devlet
ölçeğinde birleştirilen toplumsal kesimlerin oluşturduğu koalisyonu dağıtmakta,
ulus-devletin kamu hizmeti olarak sunması gereken eğitim, sağlık, sosyal
güvenlik, ulaşım, altyapı gibi yüksek karlılık arz eden hizmetler tamamen
piyasaya taşınarak, sermayeye yeni birikim alanları açılmaktadır.
Dünya kapitalist sisteminin finanslaşması, azgelişmiş
ülkelerin kapitalist dünya sistemine entegre edilmelerinde ve kalkınmacı sosyal
refah devletlerin yeni liberal devletlere dönüşmelerinde de belirleyici rol
oynamıştır. Borçlarını ödeyemez duruma düşen azgelişmiş ülkeler dış borç
ödemeleri için gerekli döviz rezervlerini oluşturabilmek amacıyla üretim yapılarını
ihracata yönelik olarak yeniden düzenlerken, emperyalizmin kurumları olan IMF
ve Dünya Bankasının yapısal uyum programlarına teslim olmuştur.
Kapitalizmin küresel programına ilk uyum sağlayan
ülkelerden birisi Türkiye olmuştur. Türkiye, yeni liberal dönüşüm sürecine hızlı bir
biçimde eklemlenmiştir. Bu bağlamda, 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla
benimsenen yeni liberalizm, 12 Eylül 1980 darbesi ile fiilen yaşama geçirilmiş
ve böylece, gerek üretim sürecinin esnekleşmesi, gerekse sosyal devletin tasfiyesi,
kapitalist sistemle eşzamanlı olarak uygulamaya konulmuştur.
Yeni liberal uygulamalar, diğer ülkelerde olduğu gibi
Türkiye’de de özellikle bir önceki dönemin sosyal kazanımlarına sahip olabilen
kentli, düzenli ve güvenceli işlerde çalışanları etkilemiştir. Öncelikle bu
kesimler, işlerini kaybetmiş ya da geçici ve güvencesiz işlerde çalışmak
zorunda kalmışlardır. Özellikle Şubat 2001 krizi, güvencesizleşenlerin sadece
eğitim ve vasıf düzeyi düşük olanların değil, hekim, mühendis, üst düzey
yönetici gibi yüksek vasıflı çalışanların da güvencesiz çalışma ile karşı
karşıya kaldığını göstermiştir.
Yeni liberal dönüşüm süreciyle beraber diğer azgelişmiş
ülkelere benzer biçimde Türkiye’de de sanayi üretimi gerilemiş ve kayıt dışı
çalıştırma yaygınlaşmıştır. Bu nedenle, kırdan koparak kentlere gelen nüfus, ya
işsiz kalmış ya da güvencesiz, düşük ücretli işlerde çalışmak zorunda
bırakılmıştır.
Bir taraftan, 1980’li yıllarla birlikte kırdan kentlere
yönelen hızlı göç dalgası ile artan işgücü arzı, diğer taraftan, sanayi
sektörünün küçülmesiyle işgücü talebinin azalması ve esnek çalışma biçimleri,
kentlerde güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bu da kentlerde
yoksulluk, yolsuzluk ve sağlıksız, düzensiz bir yaşamı beraberinde getirmiştir.
Bu dönemin en önemli özelliği, emek-sermaye ilişkilerinin
düzenleyicisi olarak ulus-devletin ve kapitalizmin kurumsal çerçevesini
oluşturan devletler arası sistemin geriletilmesidir. Ulus-devletler sermayenin
yeni liberal programı kapsamında yeni bir işlevle yapılanmaktadır.
İstihdam, sosyal güvenlik, eğitim, sağlık, konut, çevre
gibi alanlardaki korumacılığın kaldırılması, finans ve ticaretin
liberalizasyonu, yerelleşme, İstanbul başta olmak üzere kentlerin sermayeye
pazarlanması, özelleştirme ve kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi bu
programın temel unsurlarıdır. Bu politikalarla sermaye tekelleri
toplumsal yapıların bütün dokularına işlemiş, halk sınıfları ise
yaşamlarını doğrudan ilgilendiren kaynak dağılımı ve ekonomi politikaları
üzerindeki etkilerini kaybetmişlerdir. Ulus-devlet, kendi halkına da
yabancılaşmış, emperyalist güçlerin bir aracı olarak işlev üstlenmiştir. Her
şey piyasanın kurallarına teslim edilmiştir.
Nüfusunun yüzde 70’inin kentlerde yaşadığı Türkiye’de
kentli nüfusun % 95’lere kadar artışı öngörülmektedir. Kentsel mekanlardaki
eğitim, sağlık, ulaşım, altyapı, konut vb. kamu hizmetleri karlılık açısından
önemli potansiyele sahiptir, ve sermayenin yeni birikim alanları
olarak seçilmiştir.
Bu nedenle, ulus-devletin tanımladığı yerel ölçeğin anlamını yitirmesi
nedeniyle, yerellere yüklenen görevler yeniden tanımlanmaktadır. Kapitalizmin
alt merkezlere olan gereksinimini karşılayacak kentlere, özellikle metropol
kentlere yeni işlevler yüklenmektedir. Bu politikalarla yerel yönetimler
kamusal işlevlerinden uzaklaştırılmakta ve şirket işleyişine
kavuşturulmaktadır. Demokratik katılım ve denetim, açıklık, özgürlük,
demokrasi, planlama, çevre, tarih, kültür gibi kavramların içleri bilinçli bir
şekilde boşaltılarak, halkın demokratik katılımı ve denetimi değil, kamu
yönetim alanında sermayenin serbestçe dolaşımı amaçlanmaktadır.
Yerel yönetimler, yalnız özelleştirme politikalarının
değil, yerelleştirme ve yabancılaştırma politikalarının da nesneleri olarak ön
plana çıkarılmıştır.
Her bir yerel birimin kendi kaynak ve potansiyellerini sermayeye sunacağı,
sürece yarışmacı olarak katılacağı, birbiriyle yarışan kentlerin ortaya çıktığı
bir yerel dünya kurulmaktadır. Sermayenin “yönetişim” olarak
adlandırdığı yeni bir yönetim anlayışı öne çıkarılarak, kamu yönetimlerinin bir
şirket gibi yönetileceği kurgulanmıştır. Bu süreçte, yarışan kentler,
kendini pazarlayan, satan kentler ön plandadır.
Küreselleşmenin
bu programını yerellere özgürlük, yerellere özerklik şeklinde yorumlamayalım.
Bu politikalar sonucu şöyle davranmamız isteniyor: İstanbul’da yaşayan biri
olarak Diyarbakır’ı düşünmememiz isteniyor. Diyarbakır’da İstanbul’u
düşünmeyecek. Bir örnek vermek istiyorum. Zonguldak ve havzası son yıllarda
ekonomik ve soysal bir çöküntü yaşamaktadır. Türkiye’nin başka bölgelerinde
yaşayanlar Zonguldak’la pek ilgilenmiyor. Merkezi yönetimin karar alma
kapasitesi devre dışıdır artık. Kararlar tekellerin merkezlerinde alınmaktadır.
Karabük, Erdemir ve İskenderun demir çelik fabrikalarına verilen Zonguldak’ın
kömürü, artık bu fabrikalara gitmemektedir. Bu fabrikalara kömür Afrika’dan
gelmektedir. Bu karar, uluslar arası tekeller tarafından alınmaktadır. Dolayısıyla
Zonguldak kentinin, ekonomik sosyal, kültürel dokusu çözülmektedir. Karabük,
Erdemir ve İskenderun Zonguldak kömürü almıyor artık. İskenderun Körfezinde
kurulan Sugözü termik santralininin açılışını Almanya başbakanı ile başbakan
Tayyip Erdoğan yaptı. Bu santralin kömürü de Afrika’dan geliyor. Kolombiya
Almanya’ya olan borcunu Türkiye’ye kömür göndererek ödüyor. Yaşadığımız süreç
bu.
Kapitalizmin
küreselleşme programı kapsamında yürüttüğü yoğun propaganda ile Türkiye’de
toplumsal düşünce, sınıfsal istemler, planlama kavramı ve
ulusal-bölgesel-kentsel planlama saf dışı edilmiş, ülke çıkarı, toplumsal
gelecek, dayanışma ve ahlaki değerler terk edilmiştir. Bireysellik, özel alan,
serbest piyasa, rekabetçilik, yerelcilik, yönetişim, sivil toplumculuk,
yolsuzluk, müşteri yükselen değerler haline gelmiştir.
Küreselleşme sürecinde bir ağ biçiminde örgütlenen yeni
liberal yapı, dünya düzleminde, kent dediğimiz mekanda kendisini
gerçekleştirmekte ve yeniden üretmektedir. Kapitalist üretim biçiminin ve ideolojinin
merkezi konumunda olan kentlerden, emek değerinin daha ucuz olduğu çevreye
doğru oluşan hiyerarşik diziliş hem ulusal düzeyde hem de uluslararası düzlemde
ortaya çıkmaktadır.
1980’lerden
sonra artan gelir dağılımındaki eşitsizliğin ve toplumsal kutuplaşmanın, en çok
belirginleştiği yerler yine kentsel yaşam ve barınma alanları olmuştur. Gelir
dağılımındaki eşitsizlikler ve bölgeler arasındaki dengesizlikler derinleşmiş,
yaşam standartları arasındaki uçurumlar büyürken toplumsal yaşam alanları da
ayrışmıştır.
Pazarlanacak
bir meta olarak görülen kentler, paranın simgelediği mekanlar haline gelmiş,
sermaye egemen anlayışlı bir yaşamın belleği olmuştur. Kentler, zaten var olan
rant merkezli gelişmenin daha öne çıktığı mekanlar haline gelmiştir. Kapitalist
kentin bu değişimi, kentin sınıfsal düzeyde ayrışması ve kutuplaşmasını daha da
derinleştirmektedir.
Türkiye toplumsal yapısı kentlerde ve özellikle metropol
kentlerde hızla çözülmektedir. Kentteki yaşamın ekonomik ilişkiler dışındaki,
siyasal, sosyal ve kültürel ilişkiler dışındaki bütün boyutları toplumsal
hafızadan silinmiş, toplumsal yaşamın öznesi olan kent halkı bir nesne haline
getirilmiştir.
Günümüz kentleri, sermayenin küreselleşme temelinde,
“kapitalist toplum sözleşmesi”ni kendi lehine bozmaya yeltenmesi, kentlerin
giderek “köleci” dönem kentlerine benzemesine yol açmıştır. Şimdi de sermaye
“küçük kaleler” içinde kendisini “koruyarak/hapsederek” yaşarken, kendisini var
eden artık hemen hiçbir hakkı kalmadığı için “nesnel olarak” giderek daha çok
“köle”ye benzeyen “varoşlardaki” emekçi kitleler her gün her anlamda daha
“özgürleşerek/yokolarak” birlikte bu sistemi üretir hale gelmiştir.
Ulusal devletler, ulus-devlet bloğu içinde bir araya
gelmiş, kendi kurallarıyla, para birimiyle, sınırlarıyla toplumsal güçlerin bir
koalisyonu olarak ortaya çıkmıştır. Sermaye artık bu koalisyonu bozarak, kendi
iktidar ölçeğini yeniden tanımlıyor. 12 Eylül’den bu yana geçen dönemde, küreselleşme
olarak adlandırılan süreçte böylesi bir dönüşüm yaşanıyor. İktidar ilişkileri
yeniden tanımlanıyor.
Her şeyin alınıp satılabilir bir meta haline geldiği bir
sistemde kentler tamamen sermayeye teslim edilmiştir. Devletin, üretim ve
hizmetler alanındaki kamusal etkinlik alanından tamamen çekilmesi,
özelleştirmeler, bütçe dışı fonların yoğun olarak kullanılması, piyasa
kurullarıyla birlikte; emek karşıtı politikalar ön plana çıkmıştır.
Merkezi hükümet, sermayenin rant ve yağmasının önündeki tüm engelleri
kaldırmakla görevli bir yapıya dönüşmüştür.
İstanbul Büyükşehir Belediyesince hazırlanan “İstanbul İl
Çevre Düzeni Planı” sürecinde yaşananlar bunun en çarpıcı örneğidir.
Sermayeye pazarlanan İstanbul
İstanbul’un yıllardır nasıl yağmalandığına tanık olduk.
İstanbul’un tarihi ve kültürel değerlerinin nasıl yıkılıp, yerlerine
apartmanlar, beton bloklar dikildiğine tanık olduk. Bütün bunlar, sermayenin
kentleşme ve sanayileşme sürecinde birikim sağlaması adına yapıldı!
Ormanları, sahilleri, su havzaları, vadileri, dere
yatakları, Boğazları, tepeleri yağmalanan, beton bloklarla doldurulan İstanbul,
1950’lerden günümüze kadar eşi görülmedik bir yağmaya konu oldu. Gökdelenleri,
gökkafesleri, plazaları, iş merkezleri, bol yıldızlı otelleri, villaları, apartmanları
ile plansız, denetimsiz, kural tanımayan bir yapılaşmaya dönüştürüldü.
12 Eylül sonrasında devreye sokulan “ihracata yönelik sanayileşme”
programıyla, Türkiye dünya kapitalizminin tekellerine her alanda açılıyor; bu
tekellerle işbirliği içindeki sermayenin bölgesel yatırımları gelişiyor; bu
yeni kapitalist işbölümü gereği, KOBİ’ler, doğrudan küresel üretim zincirine
bağlanıyordu.
Büyük sermayenin yatırım yeri seçimi, sanayileşen
illerin belirlenmesinde en önemli etkendi. Gerek onunla ilişkili küçük ve orta
ölçekli sanayi, gerekse diğer sektörler büyük sermaye yatırımlarını izledi. Bu
bakımdan önemli bir gelişme gösteren iller, Kocaeli, Bursa, Adana, Mersin,
Kırklareli, Tekirdağ, Bilecik, Eskişehir, Çanakkale, Manisa oldu.
Yeni kapitalist işbölümü, tekstil, gıda vb. emek ve
hammadde yoğun sektörlere gelişme olanağı sağladı. Bu sektörlerde sağlanan
gelişme, işgücünün büyük kentlere göre çok daha ucuz olduğu illerdeki
yatırımların artmasıyla ortaya çıkıyordu. Bu kategoriye giren sermaye kesiminin
bir kısmı İstanbul, İzmir’deki orta ölçekli kesimlerden, bir kısmı ise Anadolu
kentlerinin yerel sermaye kesimlerinden oluşuyordu. Bu illerin başta gelenleri,
Denizli, Gaziantep, Konya, Karaman, Kayseri, Kahramanmaraş, Edirne, Uşak,
Afyon, Çorum, Malatya‘dır. Bu iller, ücretlerde Türkiye ortalamasının çok
altında kalırken, kayıt dışılık, kadın ve
Çocuk istihdamı yüksektir.
Marmara Bölgesinde, sanayinin çevre illere göçü eğilimiyle birlikte hizmet sektörü önemli bir gelişme gösteriyor. Bu bağlamda, İstanbul, sanayi kentinden “finans kenti”ne dönüşmekte, daha büyük hız ve boyutta ranta dönük sermaye projelerini çeken bir kent haline gelerek, yeni liberal politikaların vitrini oluyor. Balkanların ve Ortadoğu’nun finans, ticaret, iletişim ve hizmet kenti olarak İstanbul, küresel dünyaya doğru yol alıyor, sermayenin küresel düzeydeki rant projelerinin merkezi haline geliyor.
Türkiye’nin merkezi ve yerel yönetimleri, üretim
alanında krize giren sermayeye büyük bir alan açıyor, arsa spekülasyonuna
dayalı büyük sermaye projelerini teşvik ediyor ve bunların önündeki, tüm
engelleri birer birer ortadan kaldırmaktadır.
Bunun en somut örneği, Büyükşehir Belediye
Meclisince onaylanan “1/1000 İstanbul İl Çevre Düzeni Planı”yla gözler önüne
seriliyor. Planın hazırlanışında, ihalesinde ve onayında yaşananların, sermaye
projelerinin planlama adı altında nasıl yürürlüğe sokulmak istendiğini açıkça
ortaya koyuyor.
Planlama yapma yetkisi olmayan “İstanbul Metropoliten Planlama ve
Kentsel Tasarım Merkezi (İMP)” adlı bir büronun
oluşturulmasından başlayarak, planın İl Genel Meclisi’nce onaylanması
gerekliliğini ortadan kaldırmak için 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu
ve 5393 sayılı Belediye Kanunu’nda yapılan değişikliklere
kadar uzanan süreç, merkezi yönetimin bu plan konusundaki destek ve kontrolünü,
merkezi ve yerel yönetimin bu plan konusundaki işbirliğini açıkça
göstermektedir. Bu destek, kontrol ve işbirliğinin amacı, rant merkezli sermaye
projelerinin yaşama geçirilmesidir. Yasal olmayan bu planlama süreci; kent
hukukuna, insan haklarına, evrensel planlama ve şehircilik ilkelerine ve mevcut
imar mevzuatına aykırıdır.
Bunlara ilaveten, Plan Raporu’nda “İstanbul’un küresel
düzeydeki metropoller arası yarışta hak ettiği yeri alması ve uluslar
arası pazarda daha rekabetçi olabilmesi” temel hedef olarak
tanımlanmaktadır.
Hazırlanan planın amacı, kenti her ne pahasına olursa
olsun pazarlamak, yerli ve yabancı sermayenin hizmetine ve kullanımına
sunmaktır. Bu planla kent bir yatırım alanına dönüştürülmüştür.
Plan Raporu’nun “VI.
Vizyon, Hedef ve Stratejiler” başlığı altındaki bölümde hedefler şöyle
sıralanmıştır;
“Kentin Rekabetçi
Üstünlüklerini Ön Plana Çıkarmak,
Kentin
yatırımcılar için bir çekim merkezi olmasını sağlamak,
Yüksek Bir
Rekabet Gücüne Sahip Olabilmek İçin Gerekli Mekansal ve Altyapı Projeleri
Geliştirmek,
Firmaların
Kurulmaları, Büyüme ve Yarışabilmelerinin Önündeki Engelleri Kaldırmak”
Pazarlamacı
planlama anlayışı kapsamında, Merkezi Hükümet tarafından bir üst plana
dayanmaksızın gündeme getirilmiş çok sayıdaki kentsel dönüşüm projesi ve
yatırım kararları planda yer almıştır.
Planlama hazırlıkları sürerken merkezi hükümet tarafından alınan ve planın
ana kararlarını etkileyecek nitelikteki yatırım kararları, İMP
tarafından plana işlenmiştir. Merkezi ve yerel yönetim İstanbul’un
pazarlanması ve dolayısıyla daha da betonlaşması konusunda görüş ve eylem
birliği içindedir.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2000-2006 yılları arasındaki yapı ve
iskan ruhsatı verilerine göre, Türkiye genelindeki toplam inşaat ruhsatının
yedide 1’i İstanbul’da alınmış, 2005 yılında hem yapı hem de iskan ruhsatı
sayılarında önceki yıla göre ortalama % 55 artış olmuştur.
İstanbul, 2002-2006 yılları arasında yapılan yatırımlardan dörtte bir
oranında pay almıştır. Son dört yıllık dönemde toplam 104,6 milyar YTL’lik
yatırımların % 24,7’sine denk gelen 25,8 milyar YTL’si İstanbul’a
yapılmıştır.
Türkiye genelinde 2002-2005 döneminde toplam yatırımlar
cari fiyatlarla, yıllık % 18 artarken İstanbul’daki ortalama yıllık artış % 33
olarak gerçekleşmiştir.
Bu yatırımlarla rantları yükselecek bölge ve kıyılarda
geliştirilen sermaye projeleriyle, İstanbul’un pazarlanması ve küresel
şirketlere sunulması kurgulanmıştır. Örneğin;
- Haydarpaşa-Harem arasındaki alanda merkezi
yönetim tarafından tasarlanan “Dünya Ticaret Merkezi ve Kruvaziyer
Liman” projesi (gökdelenler- konut alanları, alışveriş merkezleri, oteller
v.b) ile Kartal’ı gökdelenlerle dolduran “Kartal Alt Merkez ve
Kartal-Pendik Kıyı Kesimi Kentsel Dönüşüm Projesi”
- İçme suyu havzası alanlarını gelişme konut
alanları olarak yapılaşmaya açan,
ve bunlara
ilaveten çok sayıda sermaye projelerinin toplamından oluşan bir
Küreselleşme planıdır gündeme sokulan.
Sermayenin, kentler ve özellikle İstanbul mekanı
üzerinden tasarladığı bu rant ve yağma projelerine karşı bütünlüklü bir
mücadelenin verilmesi bir zorunluluktur. Kapitalist sistemden kaynaklanan bu
sorunların bütünlüklü bir biçimde analiz edilmesi ve bilince çıkarılması
mücadelenin yöntem ve araçlarını da belirleyecektir.
Çözüm: Örgütlü Toplum
Bu süreç karşısında, eşitlik ve özgürlüğe yönelmiş bütünlüklü bir toplum
projesinin yerel alandaki izdüşümünün yaratılması; halkın söz, yetki ve karar
sahibi olmasını sağlayacak toplumsal pratiklerin geliştirilmesi tarihsel bir
görev olarak önümüzde durmaktadır.
Toplumsal örgütlenmeye ve siyasal katılıma kapalı bir sisteme karşı,
toplumsal yaşamın her alanında çoğulculuğun, doğrudan katılım ve
denetimin olduğu, yanıtların üretildiği pratiklere gereksinim olduğu çok
açıktır. Bu pratikleri, dipten gelen dalgalar olarak algılamalı, halkın yeniden
politikanın içine girebildiği örgütlenmeler olarak düşünmeliyiz.
Yalnızlığın, dışlanmışlığın, ekolojik bozulmanın kentlerini demokrasinin ve
özgürlüğün kentlerine dönüştürme sürecinin birincil yöntemi, kentlerin yeniden
üretim sürecine, kent halkının doğrudan katılmasıdır. Kent içinde yaşayanların
ortak eseri olduğu ölçüde kenti sahiplenme gerçekleşecek, demokratik nitelikte
bir yönetim kültürü gelişecektir. Demokratik nitelik, geleneksel yönetim
anlayışının aşılmasından, halkı yönetim alanından dışlayan temsili demokrasi
yerine halkın doğrudan katılımına dayanan demokratik bir yönetim anlayışından
geçer. İnsanların seçtikleri yöneticileri geri çağırabileceklerini öngören
“doğrudan demokrasi” anlayışı, biçimsel demokrasinin alternatifi olarak
tarihsel bir olanağa da sahiptir.
KAYNAKLAR
TMMOB, Doğu Marmara Depremleri ve Türkiye Geçeği,
TMMOB Yayını 2000
Jerem Rifkin, Biyoteknoloji Yüzyılı, Evrim Yayınevi 1998
Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, Ayrıntı Yayınları 1999
Murray Bookchin, Kentsiz Kentleşme, Ayrıntı Yayınları 1999
Karl Marx, Kapital, Cilt. I,III, Sol Yayınları,
1993
A.Negri, İmparatorluk, Yayınları
2002