27 Haziran 2012 Çarşamba

Küreselleşme Sürecinde Kentler ve İstanbul

Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
Celal BEŞİKTEPE
Eylül 2007 
ÖZET
Tarihsel ve toplumsal bir perspektif içerisinde bakıldığında, kapitalist sistemden kaynaklanan gelişmelere karşı en hassas alanın kentler olduğu ortaya çıkmaktadır.  Kapitalizmin, köyleri, kasabaları ve kentleri, yerel ve ailesel ilişkilerin en gizli noktalarına kadar işgal edip toplumsal bağları parçalamaya başlaması yirminci yüzyılın ortalarında gerçekleşmiş, toplumsal dayanışma ruhu, ekolojik denge ve toplumsal yaşamın çeşitliliği bütünüyle tehlike altına girmiştir.
Kapitalizminin küreselleşme adı altında sürdürdüğü yeni liberal politikalarla kentler, sermayenin yeni birikim sürecinin yoğun olarak yaşandığı mekanlar haline gelmiştir. Özelleştirme, yerelleşme ve ticarileşme uygulamaları küreselleşme sürecinin en önemli halkalarıdır.

Kentler ve özellikle metropol kentler konusunda bütünlüklü analiz önemlidir, çünkü yaşamın tüm renk ve dokularını içerdiği, sermayenin birikim sürecinin yarattığı tahribatı yansıttığı ve özellikle kapitalist ilişkileri içinde bir bütün olarak o ülke ve dünya kapitalizmi ile bağlantılı olduğu için bütünlüklü bir yaklaşım ve çözümleme önem taşıyor. Bu çözümleme, bu sürece karşı verilecek mücadelenin yöntem ve araçlarını da belirleyecektir.  

Giriş
Kapitalizmi tanımlayan temel değişken sermaye birikiminin gerçekleşmesidir. Sermaye birikimi aslında toplumsal ortamın bir bütün olarak dönüşümü anlamına gelir ve bir dizi toplumsal ilişkiyi içerir. Bu toplumsal ilişkiler toplamı, üretim, dolaşım ve bölüşüm gibi toplumsal sonuçları olan ilişkilere neden olur. Toplumsal kesimler/sınıflar arasındaki ilişkileri tanımlayan önemli özellik, ilişkilerin eşitsiz olmasıdır. Bir dizi eşitsizliği içeren birikim süreci, aynı zamanda mekansal eşitsizliklere yol açar.
Tarihsel, toplumsal ve ekolojik bir perspektif içerisinde bakıldığında, kapitalist sistemden kaynaklanan gelişmelere karşı en hassas alanın kentler olduğu ortaya çıkmaktadır.  Kentleşmenin topluma ve doğal dünyaya karşı duyarlılığımızda meydana getirdiği değişiklikleri incelemek, günümüzde daha büyük önem kazanmıştır.
İnsanlığın eşitlik ve özgürlük değerlerinin, bütün uygarlıkların katkılarıyla, bilinen tarih boyunca, binlerce yıldır ortaya çıkmış çeşitli kültürler, toplumsal ve siyasal hareketlere ev sahipliği yapmış insan yerleşimlerinde kökenleri vardır. Kentli hakları olarak son yıllarda gündemimize giren hakların kökenleri de burada yatmaktadır. 
İnsan yaratıcılığının olağanüstü ürünleri olan kentler, insanlığın on bin yıllık bilinen tarihinin çok önemli bölümünü oluşturmuş, insan aklının gelişiminde çok önemli roller oynamıştır. Tarih, eşsiz ve özgün yapıdaki birçok kent örneği ile doludur. Doğa ile insanın el ele işleyip oluşturduğu güzellikler dokusu, gün ışığına çıkarılması gereken değerleriyle tarihi birer uygarlık merkezleridir.
Kapitalist üretim ilişkileri ile birlikte değişen ve modernizm olarak da ifade edilen toplumsal yapı, öncelikle sanayi üretiminin yer aldığı kentlerde geçerli olmuştur. Kapitalizmin, köyleri, kasabaları ve kentleri, yerel ve ailesel ilişkilerin en gizli noktalarına kadar işgal edip toplumsal bağları parçalamaya başlaması yirminci yüzyılın ortalarında gerçekleşmiş, ekolojik sistemler, biyolojik çeşitlilik, toplumsal dayanışma ruhu ve toplumsal yaşamın çeşitliliği bütünüyle tehlike altına girmiştir.
II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile birlikte sosyalist sistemin gücünün artması hem geri kalmış ülkeleri etkilemiş, hem de dünya kapitalizmini her alanda bir rekabete zorlamış  ve Keynesyen politikalar adıyla ifade edilen talep yönlü ekonomi politikaları özellikle merkez kapitalist ülkelerde uygulamaya  konulmuştur . 1950’li yılların başlarından 1970’li yılların başlarına kadar geçen yaklaşık 20 yıllık süreçte etkin biçimde uygulanan “sosyal devlet” anlayışı, emek ve sermaye arasındaki temel çelişkiyi ortadan kaldırmamakla beraber, bu dönemde artan refahtan emekçi kesimlerin de pay almaları sağlanmıştır.
1970’lere kadar barınmanın, konut edinmenin insanlar için bir hak olduğu, devletlerin bu kapsamda gerekli önlemleri alması ve zengin ülkelerin yoksul ülkelerdeki barınma ve konut sorunlarının çözümüne katkıda bulunması gerektiği şeklinde görüşler kabul görmüştür.
Ancak, 1970’li yıllarla birlikte kar hadleri yeniden düşmeye başlamış, kapitalizm tekrar bir krize girmiştir. Kapitalizmin bu yeni krizinin temel sorumlusu olarak da emeğin örgütlü olduğu üretim sistemi ve sosyal devleti gösteren anlayış kabul görmüştür. Yeni liberal politikalar olarak da isimlendirilen bu anlayış, 1970’li yılların ortalarından itibaren başta, ABD ve İngiltere olmak üzere kapitalist ülkelerde benimsenmeye başlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Bu politikalar sonucunda sermaye, ucuz emek bölgeleri ve yeni pazarlara yönelmiştir.
19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan ve II Dünya Savaşı sonrasında gelişen ve yaygınlaşan sosyal hakların özellikle kentlerde yaşayanlara yönelik olması, 1970’lerin ortalarında uygulamaya konulan yeni liberal dönüşüm sürecinin de kentlerde daha yakından hissedilmesine yol açmıştır.
Bu bağlamda, üretim sürecindeki esnekleşme ile birlikte, kayıt dışı çalıştırma ve işsizlik artmış, kısmi süreli çalışma, part-time çalışma, geçici çalışma gibi güvencesiz çalışma biçimleri yaygınlık kazanmıştır. Öte yandan, sosyal devletin tasfiyesi ile birlikte, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve alt yapı gibi sosyal nitelikli kamu hizmetleri, piyasa mekanizması içinde büyük ölçüde metalaştırılmıştır.
Türkiye’de kentsel sorunların kaynağı
Türkiye’de kentsel sorunların kaynağı, kapitalizmin II. Dünya Savaşı sonrası tercihlerine ve bunların uygulanmasına dayanmaktadır. Truman doktrinine dayalı olarak ADB ile Türkiye arasında imzalanan “Yardım Anlaşması” bir dönemin de başlangıcıdır. Marshall yardımı denen yardımla Türkiye yeni sürece girmiştir. Marshall yardımları kapsamında tarıma traktör girmesi, kara yollarına ağırlık verilmesi vb. uygulamalar kapalı pazar ekonomisinden açık pazar ekonomisine geçiş sürecini başlatmıştır.
Türkiye’de, tarım alanında 1950’lerden itibaren büyük değişmeler olmuştur. Tarımın teknolojik yapısında, işlenen toprakların mülkiyet yapısında ve tarıma aktarılan kredilerin dağılımındaki değişmeler sonucu olarak ortaya çıkan mülksüzleşme, işsizlik, büyük bir nüfusun tarımdan kopuş ve göçler sürecini başlattı. Türkiye, bu gelişmeler sonucu tüketim mallarına yönelik genellikle “ithal ikamesi” denen bir sanayileşme sürecine girmiştir.
Dayanıklı tüketim (otomobil, buzdolabı gibi) mallarının ithal edilmesi ve bu malların giderek montaj ağırlıklı olarak büyük kentlerde üretilerek iç pazara sürülmesi tarımın ticarete açılarak tarımsal gelirlerin sermaye birikimine aktarılması, ithal ikamesine dayalı kalkınma politikasının esasını oluşturmuştur.  Bu sermaye birikiminin ikinci kaynağı da ucuz işgücüdür. O da, tarıma traktörün girmesiyle açığa çıkan işgücünün kentlere göçüdür. Sermaye birikimini gerçekleştirmek amacıyla ucuz işgücüne, ucuz işgücünün ihtiyacı olan sağlıklı kente,  konuta kaynak ayırmamak ve kente sosyal ölçekli yatırımları yapmamak yoluyla sermaye biriktirilmiştir.
Kapitalistleşmenin geliştiği, kırın çözülmeye uğradığı, kentlerin kırsal kökenli göçü en yoğun yaşadığı dönemde bu, emek gücünün yeniden üretimi sorununun işçi sınıfı ve emekçilere havale edilmesi demekti! Kapitalist kentleşme sürecinde emekçi sınıfların talepleri karşılanmazken, mevcut sistemin bir krize dönüşmesini engellemek için, gecekondu, enformal sektör gibi kendi yolunu kendi açan girişimler ödünlendi. Çok sayıda çıkartılan “imar afları”, gecekondulara verilen mülkiyet ilişkileri vb. bunun örneklerini oluşturdu.
Bu süreçte sermaye, İstanbul, İzmir, Kocaeli başta olmak üzere, Ankara, Adana, Bursa, Mersin’de yatırım yapıyor, işgücü de kentlere yığılıyordu. 1923-1950 yılları arasında Türkiye’deki kentli nüfus oranı hemen hemen sabit kalmasına karşın, 1950-1965 yılları arası kentleşme hızı % 6’lar düzeyine yükselmiştir.
Türkiye’de ekonomik ve sosyal yapıdaki diğer gelişmeler gibi kentleşmenin genel seyri, kapitalist sistemdeki genel eğilimler ile paralellikler göstermiştir. 1950’lerde uygulanan “İthal İkameci” sanayileşme modeli, sermaye birikim süreçleri ve sınıfların şekillenmesi açısından bir dönüm noktasını oluşturduğu gibi; ayni zamanda sermaye ve emeğin, dolayısıyla nüfusun mekanda yeniden dağılımını getiriyordu.
Küreselleşme sürecinde kentlerin dönüşümü
Dünya üzerinde yayılmaya küreselleşme adı altında devam eden kapitalizm, insanlığın büyük mücadeleler ve fedakarlıklarla kazandığı ne varsa ortadan kaldırmaya çalışıyor.  Sermaye birikim süreci önündeki tüm engelleri birer birer ortadan kaldıran küresel sermaye, karlılık alanlarını genişletmek için daha saldırgan politikalara yönelmiştir.
Özelleştirme, ticarileşme ve yerelleşme bu emperyalist programın temel ayaklarını oluşturuyor. Küresel sermaye, tarihsel ulus-devlet ölçeğinde birleştirilen toplumsal kesimlerin oluşturduğu koalisyonu dağıtmakta, ulus-devletin kamu hizmeti olarak sunması gereken eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, ulaşım, altyapı gibi yüksek karlılık arz eden hizmetler tamamen piyasaya taşınarak, sermayeye yeni birikim alanları açılmaktadır.
Dünya kapitalist sisteminin finanslaşması, azgelişmiş ülkelerin kapitalist dünya sistemine entegre edilmelerinde ve kalkınmacı sosyal refah devletlerin yeni liberal devletlere dönüşmelerinde de belirleyici rol oynamıştır. Borçlarını ödeyemez duruma düşen azgelişmiş ülkeler dış borç ödemeleri için gerekli döviz rezervlerini oluşturabilmek amacıyla üretim yapılarını ihracata yönelik olarak yeniden düzenlerken, emperyalizmin kurumları olan IMF ve Dünya Bankasının yapısal uyum programlarına teslim olmuştur. 
Kapitalizmin küresel programına ilk uyum sağlayan ülkelerden birisi Türkiye olmuştur. Türkiye, yeni liberal dönüşüm sürecine hızlı bir biçimde eklemlenmiştir. Bu bağlamda, 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla benimsenen yeni liberalizm, 12 Eylül 1980 darbesi ile fiilen yaşama geçirilmiş ve böylece, gerek üretim sürecinin esnekleşmesi, gerekse sosyal devletin tasfiyesi, kapitalist sistemle eşzamanlı olarak uygulamaya konulmuştur.
Yeni liberal uygulamalar, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de özellikle bir önceki dönemin sosyal kazanımlarına sahip olabilen kentli, düzenli ve güvenceli işlerde çalışanları etkilemiştir. Öncelikle bu kesimler, işlerini kaybetmiş ya da geçici ve güvencesiz işlerde çalışmak zorunda kalmışlardır. Özellikle Şubat 2001 krizi, güvencesizleşenlerin sadece eğitim ve vasıf düzeyi düşük olanların değil, hekim, mühendis, üst düzey yönetici gibi yüksek vasıflı çalışanların da güvencesiz çalışma ile karşı karşıya kaldığını göstermiştir.
Yeni liberal dönüşüm süreciyle beraber diğer azgelişmiş ülkelere benzer biçimde Türkiye’de de sanayi üretimi gerilemiş ve kayıt dışı çalıştırma yaygınlaşmıştır. Bu nedenle, kırdan koparak kentlere gelen nüfus, ya işsiz kalmış ya da güvencesiz, düşük ücretli işlerde çalışmak zorunda bırakılmıştır.
Bir taraftan, 1980’li yıllarla birlikte kırdan kentlere yönelen hızlı göç dalgası ile artan işgücü arzı, diğer taraftan, sanayi sektörünün küçülmesiyle işgücü talebinin azalması ve esnek çalışma biçimleri, kentlerde güvencesiz çalışmanın yaygınlaşmasına yol açmıştır. Bu da kentlerde yoksulluk, yolsuzluk ve sağlıksız, düzensiz bir yaşamı beraberinde getirmiştir.
Bu dönemin en önemli özelliği, emek-sermaye ilişkilerinin düzenleyicisi olarak ulus-devletin ve kapitalizmin kurumsal çerçevesini oluşturan devletler arası sistemin geriletilmesidir. Ulus-devletler sermayenin yeni liberal programı kapsamında yeni bir işlevle yapılanmaktadır.
İstihdam, sosyal güvenlik, eğitim, sağlık, konut, çevre gibi alanlardaki korumacılığın kaldırılması, finans ve ticaretin liberalizasyonu, yerelleşme, İstanbul başta olmak üzere kentlerin sermayeye pazarlanması, özelleştirme  ve kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi bu programın temel unsurlarıdır.  Bu politikalarla sermaye tekelleri toplumsal yapıların bütün  dokularına  işlemiş, halk sınıfları ise yaşamlarını doğrudan ilgilendiren kaynak dağılımı ve ekonomi politikaları üzerindeki etkilerini kaybetmişlerdir. Ulus-devlet, kendi halkına da yabancılaşmış, emperyalist güçlerin bir aracı olarak işlev üstlenmiştir. Her şey piyasanın kurallarına teslim edilmiştir.   
Nüfusunun yüzde 70’inin kentlerde yaşadığı Türkiye’de kentli nüfusun % 95’lere kadar artışı öngörülmektedir. Kentsel mekanlardaki eğitim, sağlık, ulaşım, altyapı, konut vb. kamu hizmetleri karlılık açısından önemli potansiyele sahiptir,  ve sermayenin yeni  birikim alanları olarak seçilmiştir.
Bu nedenle, ulus-devletin tanımladığı yerel ölçeğin anlamını yitirmesi nedeniyle, yerellere yüklenen görevler yeniden tanımlanmaktadır. Kapitalizmin alt merkezlere olan gereksinimini karşılayacak kentlere, özellikle metropol kentlere yeni işlevler yüklenmektedir.  Bu politikalarla yerel yönetimler kamusal işlevlerinden uzaklaştırılmakta ve şirket işleyişine kavuşturulmaktadır. Demokratik katılım ve denetim, açıklık, özgürlük, demokrasi, planlama, çevre, tarih, kültür gibi kavramların içleri bilinçli bir şekilde boşaltılarak, halkın demokratik katılımı ve denetimi değil, kamu yönetim alanında sermayenin serbestçe dolaşımı amaçlanmaktadır.
Yerel yönetimler, yalnız özelleştirme politikalarının değil, yerelleştirme ve yabancılaştırma politikalarının da nesneleri olarak ön plana çıkarılmıştır.

Her bir yerel birimin kendi kaynak ve potansiyellerini sermayeye sunacağı, sürece yarışmacı olarak katılacağı, birbiriyle yarışan kentlerin ortaya çıktığı bir yerel dünya kurulmaktadır. Sermayenin “yönetişim” olarak adlandırdığı yeni bir yönetim anlayışı öne çıkarılarak, kamu yönetimlerinin bir şirket gibi yönetileceği kurgulanmıştır. Bu süreçte, yarışan kentler, kendini pazarlayan, satan kentler ön plandadır.
Küreselleşmenin bu programını yerellere özgürlük, yerellere özerklik şeklinde yorumlamayalım. Bu politikalar sonucu şöyle davranmamız isteniyor: İstanbul’da yaşayan biri olarak Diyarbakır’ı düşünmememiz isteniyor. Diyarbakır’da İstanbul’u düşünmeyecek. Bir örnek vermek istiyorum. Zonguldak ve havzası son yıllarda ekonomik ve soysal bir çöküntü yaşamaktadır. Türkiye’nin başka bölgelerinde yaşayanlar Zonguldak’la pek ilgilenmiyor. Merkezi yönetimin karar alma kapasitesi devre dışıdır artık. Kararlar tekellerin merkezlerinde alınmaktadır. Karabük, Erdemir ve İskenderun demir çelik fabrikalarına verilen Zonguldak’ın kömürü, artık bu fabrikalara gitmemektedir. Bu fabrikalara kömür Afrika’dan gelmektedir. Bu karar, uluslar arası tekeller tarafından alınmaktadır. Dolayısıyla Zonguldak kentinin, ekonomik sosyal, kültürel dokusu çözülmektedir. Karabük, Erdemir ve İskenderun Zonguldak kömürü almıyor artık. İskenderun Körfezinde kurulan Sugözü termik santralininin açılışını Almanya başbakanı ile başbakan Tayyip Erdoğan yaptı. Bu santralin kömürü de Afrika’dan geliyor. Kolombiya Almanya’ya olan borcunu Türkiye’ye kömür göndererek ödüyor. Yaşadığımız süreç bu.
Kapitalizmin küreselleşme programı kapsamında yürüttüğü yoğun propaganda ile Türkiye’de toplumsal düşünce, sınıfsal istemler, planlama kavramı ve ulusal-bölgesel-kentsel planlama saf dışı edilmiş, ülke çıkarı, toplumsal gelecek, dayanışma ve ahlaki değerler terk edilmiştir. Bireysellik, özel alan, serbest piyasa, rekabetçilik, yerelcilik, yönetişim, sivil toplumculuk, yolsuzluk, müşteri yükselen değerler haline gelmiştir. 
Küreselleşme sürecinde bir ağ biçiminde örgütlenen yeni liberal yapı, dünya düzleminde, kent dediğimiz mekanda kendisini gerçekleştirmekte ve yeniden üretmektedir. Kapitalist üretim biçiminin ve ideolojinin merkezi konumunda olan kentlerden, emek değerinin daha ucuz olduğu çevreye doğru oluşan hiyerarşik diziliş hem ulusal düzeyde hem de uluslararası düzlemde ortaya çıkmaktadır.
1980’lerden sonra artan gelir dağılımındaki eşitsizliğin ve toplumsal kutuplaşmanın, en çok belirginleştiği yerler yine kentsel yaşam ve barınma alanları olmuştur. Gelir dağılımındaki eşitsizlikler ve bölgeler arasındaki dengesizlikler derinleşmiş, yaşam standartları arasındaki uçurumlar büyürken toplumsal yaşam alanları da ayrışmıştır. 
Pazarlanacak bir meta olarak görülen kentler, paranın simgelediği mekanlar haline gelmiş, sermaye egemen anlayışlı bir yaşamın belleği olmuştur. Kentler, zaten var olan rant merkezli gelişmenin daha öne çıktığı mekanlar haline gelmiştir. Kapitalist kentin bu değişimi, kentin sınıfsal düzeyde ayrışması ve kutuplaşmasını daha da derinleştirmektedir. 
Türkiye toplumsal yapısı kentlerde ve özellikle metropol kentlerde hızla çözülmektedir. Kentteki yaşamın ekonomik ilişkiler dışındaki, siyasal, sosyal ve kültürel ilişkiler dışındaki bütün boyutları toplumsal hafızadan silinmiş, toplumsal yaşamın öznesi olan kent halkı bir nesne haline getirilmiştir.
Günümüz kentleri, sermayenin küreselleşme temelinde, “kapitalist toplum sözleşmesi”ni kendi lehine bozmaya yeltenmesi, kentlerin giderek “köleci” dönem kentlerine benzemesine yol açmıştır. Şimdi de sermaye “küçük kaleler” içinde kendisini “koruyarak/hapsederek” yaşarken, kendisini var eden artık hemen hiçbir hakkı kalmadığı için “nesnel olarak” giderek daha çok “köle”ye benzeyen “varoşlardaki” emekçi kitleler her gün her anlamda daha “özgürleşerek/yokolarak” birlikte bu sistemi üretir hale gelmiştir.
Ulusal devletler, ulus-devlet bloğu içinde bir araya gelmiş, kendi kurallarıyla, para birimiyle, sınırlarıyla toplumsal güçlerin bir koalisyonu olarak ortaya çıkmıştır. Sermaye artık bu koalisyonu bozarak, kendi iktidar ölçeğini yeniden tanımlıyor. 12 Eylül’den bu yana geçen dönemde, küreselleşme olarak adlandırılan süreçte böylesi bir dönüşüm yaşanıyor. İktidar ilişkileri yeniden tanımlanıyor.
Her şeyin alınıp satılabilir bir meta haline geldiği bir sistemde kentler tamamen sermayeye teslim edilmiştir. Devletin, üretim ve hizmetler alanındaki kamusal etkinlik alanından tamamen çekilmesi, özelleştirmeler, bütçe dışı fonların yoğun olarak kullanılması, piyasa kurullarıyla birlikte; emek karşıtı politikalar ön plana çıkmıştır.  Merkezi hükümet, sermayenin rant ve yağmasının önündeki tüm engelleri kaldırmakla görevli bir yapıya dönüşmüştür. 
İstanbul Büyükşehir Belediyesince hazırlanan “İstanbul İl Çevre Düzeni  Planı” sürecinde yaşananlar bunun en çarpıcı örneğidir.
Sermayeye pazarlanan İstanbul
İstanbul’un yıllardır nasıl yağmalandığına tanık olduk. İstanbul’un tarihi ve kültürel değerlerinin nasıl yıkılıp, yerlerine apartmanlar, beton bloklar dikildiğine tanık olduk. Bütün bunlar, sermayenin kentleşme ve sanayileşme sürecinde birikim sağlaması adına yapıldı!
Ormanları, sahilleri, su havzaları, vadileri, dere yatakları, Boğazları, tepeleri yağmalanan, beton bloklarla doldurulan İstanbul, 1950’lerden günümüze kadar eşi görülmedik bir yağmaya konu oldu. Gökdelenleri, gökkafesleri, plazaları, iş merkezleri, bol yıldızlı otelleri, villaları, apartmanları ile plansız, denetimsiz, kural tanımayan bir yapılaşmaya dönüştürüldü.
12 Eylül sonrasında devreye sokulan “ihracata yönelik sanayileşme” programıyla, Türkiye dünya kapitalizminin tekellerine her alanda açılıyor; bu tekellerle işbirliği içindeki sermayenin bölgesel yatırımları gelişiyor; bu yeni kapitalist işbölümü gereği, KOBİ’ler, doğrudan küresel üretim zincirine bağlanıyordu.

Büyük sermayenin yatırım yeri seçimi, sanayileşen illerin belirlenmesinde en önemli etkendi. Gerek onunla ilişkili küçük ve orta ölçekli sanayi, gerekse diğer sektörler büyük sermaye yatırımlarını izledi. Bu bakımdan önemli bir gelişme gösteren iller, Kocaeli, Bursa, Adana, Mersin, Kırklareli, Tekirdağ, Bilecik, Eskişehir, Çanakkale, Manisa oldu.

Yeni kapitalist işbölümü, tekstil, gıda vb. emek ve hammadde yoğun sektörlere gelişme olanağı sağladı. Bu sektörlerde sağlanan gelişme, işgücünün büyük kentlere göre çok daha ucuz olduğu illerdeki yatırımların artmasıyla ortaya çıkıyordu. Bu kategoriye giren sermaye kesiminin bir kısmı İstanbul, İzmir’deki orta ölçekli kesimlerden, bir kısmı ise Anadolu kentlerinin yerel sermaye kesimlerinden oluşuyordu. Bu illerin başta gelenleri, Denizli, Gaziantep, Konya, Karaman, Kayseri, Kahramanmaraş, Edirne, Uşak, Afyon, Çorum, Malatya‘dır. Bu iller, ücretlerde Türkiye ortalamasının çok altında kalırken, kayıt dışılık, kadın ve
Çocuk istihdamı yüksektir.
        
Marmara Bölgesinde, sanayinin çevre illere göçü eğilimiyle birlikte hizmet sektörü önemli bir gelişme gösteriyor. Bu bağlamda, İstanbul, sanayi kentinden “finans kenti”ne dönüşmekte, daha büyük hız ve boyutta ranta dönük sermaye projelerini çeken bir kent haline gelerek, yeni liberal politikaların vitrini oluyor. Balkanların ve Ortadoğu’nun finans, ticaret, iletişim ve hizmet kenti olarak İstanbul, küresel dünyaya doğru yol alıyor, sermayenin küresel düzeydeki rant projelerinin merkezi haline geliyor.
  
Türkiye’nin merkezi ve yerel yönetimleri, üretim alanında krize giren sermayeye büyük bir alan açıyor, arsa spekülasyonuna dayalı büyük sermaye projelerini teşvik ediyor ve bunların önündeki, tüm engelleri birer birer ortadan kaldırmaktadır.

Bunun en somut örneği, Büyükşehir Belediye Meclisince onaylanan “1/1000 İstanbul İl Çevre Düzeni Planı”yla gözler önüne seriliyor. Planın hazırlanışında, ihalesinde ve onayında yaşananların, sermaye projelerinin planlama adı altında nasıl yürürlüğe sokulmak istendiğini açıkça ortaya koyuyor.  

Planlama yapma yetkisi olmayan “İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi (İMP)  adlı bir büronun oluşturulmasından başlayarak, planın İl Genel Meclisi’nce onaylanması gerekliliğini ortadan kaldırmak için 5302 sayılı İl Özel İdaresi  Kanunu ve 5393 sayılı Belediye  Kanunu’nda  yapılan  değişikliklere kadar uzanan süreç, merkezi yönetimin bu plan konusundaki destek ve kontrolünü, merkezi ve yerel yönetimin bu plan konusundaki işbirliğini açıkça göstermektedir. Bu destek, kontrol ve işbirliğinin amacı, rant merkezli sermaye projelerinin yaşama geçirilmesidir. Yasal olmayan bu planlama süreci; kent hukukuna, insan haklarına, evrensel planlama ve şehircilik ilkelerine ve mevcut imar mevzuatına aykırıdır.
Bunlara ilaveten, Plan Raporu’nda “İstanbul’un küresel düzeydeki metropoller arası yarışta hak ettiği yeri alması  ve uluslar arası pazarda daha rekabetçi olabilmesi” temel hedef olarak tanımlanmaktadır.
Hazırlanan planın amacı, kenti her ne pahasına olursa olsun pazarlamak, yerli ve yabancı sermayenin hizmetine ve kullanımına sunmaktır.  Bu planla kent bir yatırım alanına dönüştürülmüştür.
Plan Raporu’nun “VI. Vizyon, Hedef ve Stratejiler” başlığı altındaki bölümde hedefler şöyle sıralanmıştır;
“Kentin Rekabetçi Üstünlüklerini Ön Plana Çıkarmak,
Kentin yatırımcılar için bir çekim merkezi olmasını sağlamak,
Yüksek Bir Rekabet Gücüne Sahip Olabilmek İçin Gerekli Mekansal ve Altyapı Projeleri Geliştirmek,
Firmaların Kurulmaları, Büyüme ve Yarışabilmelerinin Önündeki Engelleri Kaldırmak”
Pazarlamacı planlama anlayışı kapsamında, Merkezi Hükümet  tarafından bir üst plana dayanmaksızın gündeme getirilmiş çok sayıdaki kentsel dönüşüm projesi ve yatırım kararları  planda yer almıştır. 
Planlama hazırlıkları sürerken merkezi hükümet tarafından alınan ve planın ana kararlarını etkileyecek nitelikteki yatırım kararları, İMP   tarafından  plana işlenmiştir. Merkezi ve yerel yönetim İstanbul’un pazarlanması ve dolayısıyla daha da betonlaşması konusunda görüş ve eylem birliği içindedir.  
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2000-2006 yılları arasındaki yapı ve iskan ruhsatı verilerine göre, Türkiye genelindeki toplam inşaat ruhsatının yedide 1’i İstanbul’da alınmış, 2005 yılında hem yapı hem de iskan ruhsatı sayılarında önceki yıla göre ortalama % 55 artış olmuştur.
İstanbul, 2002-2006 yılları arasında yapılan yatırımlardan dörtte bir oranında pay almıştır. Son dört yıllık dönemde toplam 104,6 milyar YTL’lik yatırımların % 24,7’sine denk gelen 25,8 milyar YTL’si İstanbul’a yapılmıştır. 
Türkiye genelinde 2002-2005 döneminde toplam yatırımlar cari fiyatlarla, yıllık % 18 artarken İstanbul’daki ortalama yıllık artış % 33 olarak gerçekleşmiştir.
Bu yatırımlarla rantları yükselecek bölge ve kıyılarda geliştirilen sermaye projeleriyle, İstanbul’un pazarlanması ve küresel şirketlere sunulması kurgulanmıştır. Örneğin;
- Haydarpaşa-Harem arasındaki alanda  merkezi yönetim tarafından tasarlanan  “Dünya Ticaret Merkezi ve Kruvaziyer Liman” projesi (gökdelenler- konut alanları, alışveriş merkezleri, oteller v.b) ile Kartal’ı  gökdelenlerle dolduran “Kartal Alt Merkez ve Kartal-Pendik Kıyı Kesimi  Kentsel Dönüşüm Projesi”
- İçme suyu havzası alanlarını gelişme konut alanları olarak yapılaşmaya açan,
ve bunlara ilaveten çok sayıda sermaye projelerinin toplamından oluşan  bir Küreselleşme planıdır gündeme sokulan.   
Sermayenin, kentler ve özellikle İstanbul mekanı üzerinden tasarladığı bu rant ve yağma projelerine karşı bütünlüklü bir mücadelenin verilmesi bir zorunluluktur. Kapitalist sistemden kaynaklanan bu sorunların bütünlüklü bir biçimde analiz edilmesi ve bilince çıkarılması mücadelenin yöntem ve araçlarını da belirleyecektir.  

Çözüm: Örgütlü Toplum
Bu süreç karşısında, eşitlik ve özgürlüğe yönelmiş bütünlüklü bir toplum projesinin yerel alandaki izdüşümünün yaratılması; halkın söz, yetki ve karar sahibi olmasını sağlayacak toplumsal pratiklerin geliştirilmesi tarihsel bir görev olarak önümüzde durmaktadır. 
Toplumsal örgütlenmeye ve siyasal katılıma kapalı bir sisteme karşı, toplumsal yaşamın her alanında  çoğulculuğun, doğrudan katılım ve denetimin  olduğu, yanıtların üretildiği pratiklere gereksinim olduğu çok açıktır. Bu pratikleri, dipten gelen dalgalar olarak algılamalı, halkın yeniden politikanın içine girebildiği örgütlenmeler olarak düşünmeliyiz. 
Yalnızlığın, dışlanmışlığın, ekolojik bozulmanın kentlerini demokrasinin ve özgürlüğün kentlerine dönüştürme sürecinin birincil yöntemi, kentlerin yeniden üretim sürecine, kent halkının doğrudan katılmasıdır. Kent içinde yaşayanların ortak eseri olduğu ölçüde kenti sahiplenme gerçekleşecek, demokratik nitelikte bir yönetim kültürü gelişecektir. Demokratik nitelik, geleneksel yönetim anlayışının aşılmasından, halkı yönetim alanından dışlayan temsili demokrasi yerine halkın doğrudan katılımına dayanan demokratik bir yönetim anlayışından geçer. İnsanların seçtikleri yöneticileri geri çağırabileceklerini öngören “doğrudan demokrasi” anlayışı, biçimsel demokrasinin alternatifi olarak tarihsel bir olanağa da sahiptir.

KAYNAKLAR

TMMOB, Doğu Marmara Depremleri ve Türkiye Geçeği, TMMOB Yayını 2000
Jerem Rifkin, Biyoteknoloji Yüzyılı, Evrim Yayınevi 1998
Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, Ayrıntı Yayınları 1999
Murray Bookchin, Kentsiz Kentleşme, Ayrıntı Yayınları 1999
Karl Marx,  Kapital, Cilt. I,III,  Sol Yayınları, 1993
A.Negri, İmparatorluk, Yayınları 2002