Kentleri İnsanlaştırmak... Çünkü "Biz
Baldırıçıplaklar Hak Ediyoruz Bunu..." / Sibel Özbudun
Çar, 2010-11-10 15:49
sonra kentler bizi dönüştürür
ve sonuçta nasıl insanlar olduğumuzu
inşa ettiğimiz kentler tayin eder.”[1]
“Gecekondulara
kurulmuşsunuz denize karşı deniliyor, evet ya kurulduk, biz baldırı çıplaklar
hak ediyoruz bunları. Asıl sorulması gereken soru, parası olanlar neden buraya
layık? Oysa biz ağır bedeller ödüyoruz. Beş dakikalık haber bülteniyiz onlar
için ve bunun üzerinden de saldırıyorlar. Ama biz beş dakikalık haber bültenine
konu olmak için bir ömür harcıyoruz…”[2]
Soru,
10 yaşından beri yaşadığı, son zamanlarda “kentsel dönüşüm” kapsamına alınarak
“baldırıçıplaklardan” boşaltılmak istenen Küçükarmutlu’dan sürülmek üzere olan
bir genç kadına, Gülay’a ait…
Hayatî
bir soru, elbette. Son on yıldır daha da yoğunlaştırılmış bir gayretkeşlikle ve
bir buldozer pervasızlığıyla kentlerin köşe bucağını dümdüz eden “kentsel
dönüşüm projeleri”nin ya da “fazla kirlendiği, fazla avamlaştığı, fazla
gürültülü olduğu, fazla kriminalleştiği…” için üst-orta sınıfların terk ettiği
metropol merkezlerinin bir “süpermarket” ya da bir “McDonald’s” yapaylığı ve
sterilliğinde yeniden örgütlenmek üzere “geri kazanıldığı” “muteberleşme”
süreçlerinin, yanıtını asla veremeyeceği…
Türkiye
kentlerinin gerçekten de bir tarihi yok.[3] Yakın ya da uzak. Yok
edilmiş. Belki de bu nedenledir ki, dünya kentlerinin pek çoğunda bir kronoloji
ve bundan dolayı da bir mantık izleyen süreçler, eşzamanlı ve bitimsiz bir kaos
olarak çörekleniyor kentlerimizin üzerine. Mevcut neo-liberal durağında Türkiye
kapitalizmi, bu ülkenin toplumsal tarihçilerini bir “kentbilim tarihi” yazma
olanağından dahi yoksun bırakacak bir açgözlülükle çullandı çünkü “kentsel
rant” adı verilen yeni yağma kapısına.
Örneğin
Türkiye’nin (metropol) kentleri, şöyle bir öyküden yoksunlar:
“Ellilerin
sonlarından başlayarak kentler hızla büyüdüler, kent mekânında büyük
değişiklikler meydana geldi. Bölünmeler keskinleşti; gelir grupları, etnik
gruplar temelinde yeni farklılaşmalar belirdi. Konutların bulunduğu bölgeler
değişti, yeni bölgeler oluştu. Sıkışma ve uzaklaşma eşzamanda gerçekleşti. Bir
yandan mesafeler azaldı, beri yandan uzaklıklar büyüdü.
Önce
banliyöler kuruldu. Orta ve üst-orta sınıflar kentin içinden çıkarak buralara
taşındılar. Banliyöleri uydu kentler izledi. Artık varlıklıların ofisleri
kentte, evleri ise kent dışındaydı. Kentin içini (inner-city’leri) yoksullara
bırakarak buralara taşındılar.
Konut,
sağlık, eğitim, vb. zorunlu harcamalarını karşılamayan ya da güçlükle
karşılayabilen, ama yarın için bunu yapabileceğinden de asla emin olamayan
yüzlerce insan kenttin ortasında barınır oldu. Zenginler bu yoksulluk
bölgelerinden olabildiğince uzakta duruyorlar. Ama kentte yeşil ve açık alan da
bırakmıyorlar. Kent toprağına iş merkezi, ofis binaları inşa ediyorlar…”[4]
1980’li
yıllarla birlikte, orta-üst sınıfların çekildiği metropol merkezleri bir
“yeniden değerlenme” ya da yaygın adıyla “mutenalaş(tır)ma” sürecine dahil
edilirler. Zenginlerin boşalttığı “çöküntü” alanları onları dolduran
“ayak-takımı”ndan temizlenecek, tahrip olmuş binalar restore edilecek, sokaklar
şık kafeler, pahalı restoranlar, sergi salonları vb. ile bezenecek.
“Mutenalaştırma, (…) bugün şehir yönetimleri, belediyeler, yerli-yabancı
yatırımcılar ve emlakçılar tarafından kutsanıyor. Şehirlerin yeni neo-liberal
vizyonu oluyor. Bu vizyon, içinde toplumsal parçalanma, dışlama ve
ötekileştirme barındıran asimetrik bir vizyon aynı zamanda. Kimi zaman mega
projeler, kentsel dönüşüm, kimi zaman kentsel yenilen canlandırma projeleri,
neo-liberal kentleşme olarak geçen kavramlar içinde önemli ölçüde
mutenalaştırma barındırıyor...”[5]
Evet,
Türkiye kentleri böyle bir kronolojiden yoksunlar. Onlar banliyöleşmeyi,
çöküntüleşmeyi, uydu-kentleşmeyi, varoşlaşmayı ve mutenalaş(tır)mayı eşzamanlı
olarak yaşıyorlar: “Taşlarının, topraklarının altın olduğuna” uyanmış müthiş
açgözlü bir ‘kent yağmacıları’ takımı sayesinde: rantiyeler, büyük kentlerin
saçaklarını kemiren TOKİ bürokratları, yerli-yabancı spekülatörler, mortgage
dahileri, “sınır tanımayan” müteahhitler, yerel yöneticiler, kentsel
arazilerden beslenen doymak bilmez şirketler, ‘mega-kent’ meftunları, 2-B
kapsamına alınarak kelleştirilen ormanlık alanlara kondurulmuş lüks villaların kuyrukta
bekleyen müşterileri, kent silüetlerini delik deşik eden “Tower”ların
emlakçıları…
Sırtıpekler
şehirlerimizin eteklerinde yükselen “süper-lüks” uydukentlerle
“mutenalaştırılan” merkezler arasında köşe kapmaca oynarken, olan yurt
belledikleri kentlerde insanca yaşamaktan başka bir arzusu olmayan
baldırıçıplaklara oluyor.
Kentlerde
insanca yaşayabilmek: çöplerin dağlar hâlinde yığılmadığı, yağmurun ilk
damlalarıyla derelere dönüşmeyen sokaklarda düzayak yürüyebilmek… köşe
başındaki manavla akşamki maç üzerine ayaküstü sohbet edebilmek… piyangocu
teyzenin damadından hâlâ şikayetçi olup olmadığını öğrenmek için tatlı bir
dedikoduya dalabilmek… toplu taşıma araçlarında balık istifi olmaksızın
menziline ulaşabilmek… geceleri iyi aydınlatılmış caddelerinde, sokaklarında
içi ürpermeden dolaşmak… aldığın ekmeğin sağlıklı koşullarda üretildiğinden,
balığın taze olduğundan emin olmak… çocukların güvenle eğlenebileceği çocuk
bahçeleri, gençlerin sosyalleşebileceği, sanat/zanaat öğrenebileceği kültür
evlerinden… düzenli sağlık taramalarının yapıldığı sağlık ocaklarından
yararlanabilmek… karbonmonoksitsiz bir havayı solumak… mütevazi bir bütçeyle
temel ihtiyaçlarının karşılanabileceğini bilmenin güveniyle yaşayabilmek…
Kentleri sermaye/rant-merkezli değil, insan/toplum-merkezli mekânlara
dönüştürebilmek…
“Dönüştürülen
kentler”, biz sıradan insanların, biz dar gelirlilerin, biz baldırıçıplakların,
temiz hava, sağlıklı ekmek, ucuz ulaşım, insanca yaşam özlemlerini greyderler,
buldozerler altında paralıyor… onları birbiri ardı sıra dikilen yüzme havuzlu,
saunalı, lüks restoranlı, yürüyüş parkurlu, AVM’li, güvenlik kameralı, özel
korumalı konforlu uydu kentlerin; şık kafeli, gökdelenli, Arnavut kaldırımlı,
sanat merkezli, butik-otelli, iş merkezli muteberleştirilmiş kent merkezlerinin
orta-üst sınıf mensubu tüketicilerinin kışkırtılmış arzularına peşkeş çekmek
üzere…
Kentlerde
son yıllarda zincirinden boşanan neo-liberal talana karşı mücadele, artık
yalnız yaşam alanlarımızı değil, yaşamlarımızı geri kazanma mücadelesine dönüşmüştür.
Hayatlarımızda sömürgeleştirilmemiş bir avuç alan bırakmamaya yeminli
kapitalizme karşı, insan olmayı, insan kalabilmeyi savunma mücadelesi.
Çünkü
“biz baldırı çıplaklar hak ediyoruz bunu…”
19
Ekim 2010 18:33:50, Ankara.
N
O T L A R
[*]
Esmer, No: 66, 1
Kasım 2010…
[1] David Harvey.
[2] Esra Açıkgöz, “Metropol Sürgünleri”, Cumhuriyet
Pazar, No:1242, 10 Ocak 2010, s.4.
[3] Bilgi Üniversitesi Mimarî Tasarım Bölümü
başkanı Prof. Dr. İhsan Bilgin diyor ki: “Çarpıcı bir rakamla başlayalım: Bugün
İstanbul’da 2 milyon civarında bina olduğu tahmin ediliyor. Bunların sadece 5
ila 10 bini 50 yaşından daha yaşlı! İstanbul’un 2500 yıllık tarihinden
bahsediyoruz, ama öyle bir 60 yıl yaşamışız ki, geride fiziki olarak bazı
izler, anıtlar ve tesadüfen ayakta kalan yapılar dışında pek bir şey kalmamış.”
(İhsan Bilgin, Aysim Türkmen, “İhsan Bilgin’le ‘Kentsel Dönüşüm’e Dair Bir
Söyleşi”, Radikal, 14 Ağustos 2009, s.15.)
[4] Halil Turhanlı, “Kent Mekânını Yeniden
Örgütlemek”, Radikal, 28 Mart 2008, s.13.
[5] Evren Tok, “Neo-Liberal Kentleşme”, Radikal
İki, 27 Nisan 2008, s.8.