30 Haziran 2012 Cumartesi

Depreme ilişkin samimi bir yaklaşım yok

AFET, BARINMA HAKKI VE DÖNÜŞÜM -3
Arif Koşar
27 May 2012 evrensel.net
Kentsel dönüşüm yasasının temel dayanağı deprem riski oluverdi birden. 2005 yılındaki aynı içerikli yasa tasarısında deprem ve afet gündeme bile gelmezken yeni yasanın adı afetle başladı. Van depreminden sonra birden akıllara geliverdi. Oysa Van’da TOKİ binalarının kayalık zemine yapılması için bölge halkı bizzat TOKİ’yle mücadele etmek zorunda kalmış, uzunca bir süre eylemler yapmıştı.
Dolayısıyla deprem riski ve kentsel dönüşüm yasası arasındaki ilişki sıkıntılı. Dosyamızın üçüncü gününde bu ‘sıkıntı’yı, uzun yıllar deprem ve bu çerçevede kentlerin dönüştürülmesi konusunda çalışmalar yapmış Prof. Dr. Murat Balamir’le konuşuyoruz.
Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa Meclisten geçti. Van depreminden sonra afet riski ve kentsel dönüşüm arasındaki ilişki ilk defa bu düzeyde kurulmuştu. Öncelikle afet riskinden başlayacak olursak, nedir bu risk, hangi düzeydedir?
Bu sorunun yanıt gerektiren iki yönü var: Birincisi; deprem riskleri ve kentsel dönüşüm konusu ilk kez Van depremi nedeniyle gündeme gelmiş değildir. Marmara 1999 depremleri sonrasında yarışan iki öneriden biri tekil yapı güçlendirme, diğeri ise toplu yenileme olmuştur. Bu ikinci konuda da çok sayıda yayın yapılmış, İstanbul Deprem Master Planı (2003) kapsamında toplu yenilemenin rantabl olduğu ve yaratacağı ekonomilerin üst düzeyde olduğu örneklerle gösterilmiştir. Yayınların yanı sıra yönetimlere de sunulan çalışmalara karşın bu yönde adım atılamamıştır. Buna karşılık, tekil yapı güçlendirmeye ilişkin düzenlemeler gerçekleştirilmiş, iyimserlikle bu alanda bir piyasanın oluşacağı varsayılmıştır. Bu beklentiler gerçekleşmemiş, tekil yapı güçlendirme politikasının geçersizliği kanıtlanmıştır. Öte yandan, TBMM ‘deprem komisyonu’na (2010) sunulan kimi raporlar bu çıkmazdan kurtulmanın yolu olarak toplu yenilemeye yer vermiştir. Van depremi sonrasında konunun gündeme getirilmesi, hem bu açmazdan kurtulmanın, hem topluma bir yeni ümit vermenin, hem de inşaat kesimine soluk alma fırsatı sağlamanın yolu olarak görülmesi olmalıdır. Yoksa kentsel toplu yenileme afet sonrası için çare değil, risk azaltmak üzere önceden başvurulacak bir yöntemdir.
İkincisi; Türkiye kentleri derin risk havuzlarıdır. Bunun üst üste çok sayıda etkeni vardır. Türkiye coğrafyasında yerleşmelerin konumu tarihi bir mirastır. Bilinse de bilinmese de, yüksek deprem tehlikesi gösteren alanlar, başka nitelikleri nedeniyle yerleşime konu olmuştur. 1950 sonrasındaki hızlı kentsel büyüme, aldatıcı kolaylıktaki betonarme teknolojisi ve kat mülkiyeti ilişkilerinin geliştirilmesi ile sağlanmıştır. Bu büyümeler gerek yapı, gerekse zemin koşulları açısından güvenilir yerleşmeler yaratmamıştır. Bu kentleşmenin sonuçları doğa güçleri tarafından yeni yeni sınanmaktadır. Doğru planlama teknikleri uygulanmaksızın, tekil çıkarlar uğruna sürekli değiştirilen planlar, doğal kaynakların bilinçsiz talanı, mühendislik hizmetleri alınmaksızın üretilen yapılar ile varılan çevreler, aşırı risk ortamlarıdır. Kentlerimiz yalnız deprem tehlikesine değil, diğer doğal ve insan kaynaklı tehlikelere karşı da korunmasızlıklar gösterir. Aşırı risk ortamının tamamlayıcısı kaderci kültürdür.

Zaten kentsel dönüşüm projeleri Van depremi öncesinde de uygulanıyor ve depremde güvenli olmayan bölgelere de TOKİ binaları yapılıyordu. Bu yasa gerçekten deprem riskine karşı mı?
Yasa metinin incelenmesi, deprem tehlikesinin ‘dönüşüm’ü zorlamak üzere bahane edildiği endişesini yaratıyor. Bunun çok sayıda nedeni var. Doğu Marmara 1999 depremlerinden sonra yönetimler depreme ilişkin tutarlı bir politika geliştiremediler. Bu tutum, BM öncülüğündeki uluslararası afetler yeni politikasının (1990-) küresel çaptaki tüm etkinliklerine karşın ve bunlar görmezden gelinerek yürütüldü. Yeni politika afet sonrasını değil, öncesini düşünerek risklerin belirlenmesini, her ölçekteki planlama çabalarında risk çözümlemelerine yer verilmesini, uygulamaların toplum katılımı ile sürdürülmesini, kentsel risklere ve dar gelirli kesimlerin risklerine öncelik verilmesini temel ilkeler olarak tanımlamış bulunuyor. Bu yaklaşım afet sonrası çadır-battaniye çalışmalarına değil, planlamaya ağırlık vermekte ve farklı uzmanlıklar gerektiren yeni bir etkinlik alanını belirlemekte. Türkiye dışında hemen tüm ülkeler, yasal ve kurumsal yapılarını bu hedeflere uyumla değiştirdiler. Dolayısıyla, Türkiye’de depremlere ve afetlere ilişkin samimi bir yaklaşım bulunsaydı, önce bu konular ve ilkeler gündemde tutulurdu. Bu önemli durumu gözden hiç kaybetmemek gerekir.

Yasada böyle ‘samimi’ bir yaklaşım görmüyorsunuz sanırım...
Bu durum bizi yasada doğrudan kentsel rant mühendisliği eğilimlerinin ağır bastığı yargısına taşıyor. ‘Dönüşüm’ işlerini yürütmede mevcut mevzuatın yeterince kolaylık sağlamadığı düşüncesi, düzenlemede aşırıya kaçan bir yetki edinme hırsı yaratmış, denetimden kaçınan bir otoriter tavırla mevcut yasaların ve özel hakların çiğnenmesinde sakınca görülmemiştir. Kentte ya da kırda, özel ve kamu taşınmazlarına mutlak tasarruf sağlanmış, gerekçesi açıklanmaksızın alınan kararların sorgulanmasına fırsat tanınmamıştır. Bu yolla, tıkanan inşaat sektörüne yeni ufuklar vadedilmektedir.

Deprem gibi doğrudan hayati bir konuda, işin içine ‘sektör’ kavramı girince durum gerçekten endişe verici boyutlara ulaşıyor...
Endişeleri pekiştiren başka nedenler de var. Yasanın çok sayıda hükmü “yapabilir”, “edebilir” esnek fiili ile bitirilmektedir. Bu hükümlerin özellikle ‘ödüllendirici’ ya da ‘cezalandırıcı’ hükümler olduğu görülür. Alışık olduğumuz yasa metinlerindeki kesinliği kaldıran bu esnekliğin hangi niyetle kullanılacağı bilinemez. Kaynak kullanımı açısından bakılacak olursa, maliyet yükü altında kalmadan yürütme olanağı kazanılmış olmasına karşın, gereksinme bulunmamakla birlikte, yönetime açıktan büyük çapta kaynakların aktarılmakta olduğu görülür. Öyle ki, taşınmazlara karşılıksız olarak el koyabilen, bunlara imar verip yüksek değerlerde elden çıkarabilen, acele kamulaştırma silahı donanmış, yapımcılara kat karşılığı iş yaptırabilen ve rezerv alanları tahsis edebilen, yıkım ve taşınma maliyetlerini vatandaşa yükleyen, sayısız muaflıklara sahip, yerel yönetimlerin bütçelerine doğrudan el koyabilen bir sistemin, uygulamada ayrıca geniş kaynak desteklerine ihtiyacı hiç yoktur.

Hep söylenegelir, “Japonya’da deprem olur ama insan ölmez” diye. Türkiye’de ise deprem lafı bile tüyleri ürpertir. Bu nedenle depremle ilgili her türlü ‘önlem’ olumlu karşılanabilir. Bu yasa da hükümet ve özellikle Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar tarafından böyle değerlendiriliyor ve Bakan ‘kesinlikle karşı çıkılamaz’ diyor. Sizce de böyle mi?
Japonya yıllık bütçesinin yüzde beşini sakınım amaçlı işlere ayırmaktadır. Bunların başında dayanıklı yapılar yapılması gelir. İkinci yatırım konusu toplumun eğitilmesidir. Ancak yaşanan son afet kanıtladı ki, Japonya’nın da ihmal etmiş olduğu konular vardır ve bunun en önemlisi mekansal sakınım planlamasıdır. Depremlere karşı önlemler almada en ileri toplumlarda bile bilinçsiz ve yetersiz kalınan bir yön bulunabilir. Türkiye bu konuda kapsamlı bir cehalet içindedir. Bu ortamda kamu eliyle neyi ileri sürseniz, toplum bilinç kazanıncaya kadar karşı çıkılmayabilir. Ancak orta dönemde bu girişimdeki yanlışlar ve gerçek niyetler daha netleşecektir. Bu yaklaşım eninde sonunda geri tepecek, daha katılımlı ve doğru yöntemler egemen olacaktır.



KENTSEL YAŞAM ÇEVRELERİ İÇİN PROJELER GELİŞTİRİLMELİ
Deprem riskini gerçekten gözeten, bahsettiğiniz rantçı yaklaşımlarla malul olmayan bir kentsel dönüşüm için sizin alternatifiniz nedir, bir bilim insanı olarak nasıl bir proje öneriyorsunuz?
Alternatif değil; Türkiye’de doğru olan uygulamayı nedeni ve nasılı ile tekrar tekrar savunup yayınladım. TBMM Deprem Komisyonu’na da sundum (2010). Başlıca yönleri ile özetleyecek olursam:
(a) Riskler ve kent planı kararları açılarından doğru alanlar belirleyebildiğimiz varsayılacak olursa, önce katılım konusunun netleştirilmesi gerekir. Sınırları kent planı kapsamında belirlenen alandaki topluluğun eğilimlerini anlamak ve katılımını sağlamak üzere sosyolog, sosyal psikolog, halkla ilişkiler uzmanı, plancı, hukukçu gibi uzmanların ön çalışmalar yürütmeleri beklenir. Bu aşamada amaç, uygun ölçekte bir alandaki yerel topluluğun bir ortaklık oluşturması, (katılmayanların hakları saklı kalmak üzere) işaret edilen isteklerin programlanması ve proje tercihlerinin belirlenmesi sağlanmalıdır. Elde edilen program uyarınca, nitelikli proje ve kentsel yaşam çevreleri elde etmek üzere tasarım alternatifleri geliştirilmesi, yarışmalara başvurulması istenir. Kamu yönetiminin, özellikle TOKİ’nin çevre nitelikleri açısından çok yetersiz kaldığı ve ayrı bir ulusal felakete dönüştüğü genel bir gözlemdir.
(b) Bu yaklaşımda yerel topluluğun (kiracılar dahil) yerinden edilmemesi, alana yeni nüfus gelmesine yol açılmaması temel koşuldur. Bunu sağlayacak iki önlem, alanda kat karşılığı bir yapılaşmaya gidilmemesi ve yerel ortaklığın sürdürülebilir bir alan yönetimine yol almasıdır. Bu amaçla yerel ortaklık birimi için ek yüzölçümü ve gelir getiren taşınmaz ve tesislerin tahsisi sağlanır.
(c) Kentsel toplu yenileme, yalnızca bir fiziki yapılaşma değil, toplumsal yerel kalkınma amaçlı bir girişimdir. Bu açıdan, yerel topluluğun ortaklık oluşturması yanı sıra, iş kurma ve beceri geliştirme programları, sosyal yardım projeleri, alanda yürütülecek dönüşüm çalışmalarında rol almaları fırsatlarının düzenlenmesi gerekir.
(d) Kentsel ‘dönüşüm’, despotça dayatmalarla değil, katılımı, sosyal dayanışmayı, ortaklıkları özendirecek parasal destek yöntemlerinin sağlanması, bireylere opsiyonlar sunulması yoluyla yürütülmelidir.
(e) Muaflık ve ayrıcalıklar kapsamının genişletilmesi ile bu girişimlerin kamu eliyle değil, piyasada girişimcilerin önayak olmaları ile çok yerde yerel toplulukların kendi girişimleri ile ortaklık kurmaları, maliyetlerini kendi kendilerine karşılayabildikleri düzeylere çekecek kolaylıkları sağlayarak yürütülmeli, 1950’li yıllarda kat mülkiyeti ilişkileri nasıl kendiliğinden yaygınlaşabildiyse, bugün de yerel topluluk kararlarıyla toplu yenileme yollarının açılması sağlanmalıdır.


RANTIN TUTKU YARATAN TADI
Endişeleri büyüten bir başka özellik, afet alanlarının ve riskli binaların belirlenmesine ilişkin bilimsel bir dayanak ya da yöntem tanımlanamamış olmasıdır. Bu durum, risk analizi sonuçları yerine başka niyet ve gerekçelerle hedefler seçileceğini ileri sürenleri haklı çıkarabilir. Düzenlemede yer alan biçimiyle, yapılaşma sonunda yerel topluluk beğenisine başvurulması katılım şöyle dursun, bir dayatmadan başka bir tavır değildir. Öte yandan, bu alan ve yapıların seçiminde başvurulması zorunlu görülmesi gereken ve genel çerçeveyi oluşturan kent bütünü plan kararları söz konusu bile edilmemiş bulunuyor. Bütün bunlar karşısında, düzenlemenin samimiyetle deprem riskini azaltma hedefinde olduğuna nasıl inanabiliriz?
Yeni liberal tutumun hedeflediği yerelleştirme, kamuyu küçültme, yetkileri yerele devretme, özel sektörün önünü açma ilkelerine ne oldu? Neden tüm yetkiler ve kaynaklar merkezde toplanmakta? Merkezi yönetim rantın tutku yaratan tadını aldı da, bunu özel kesimden dahi kıskanmakta mı?